“Bölünmüş” olmak böyle bir şey. Aynı topraklarda yaşıyorsun ama toprak tümüyle sana ait değil. Başkaları da var. Onlar da ülkenin yönetiminde kendilerine dokunulmasını istiyorlar. Kendi dillerini, kültürlerini, çıkarlarını ne derseniz deyin kabul görmesini istiyorlar. Ama ne var ki bu türden konulara karar veren başka birileri var ve onlar size aldırmıyorlar. Aynı yerde yaşıyor, üretiyor, yiyor içiyorsunuz ama iş sizin farklılığınıza gelince yok hükmündesiniz. Sizi görmüyor hatta işitmiyorlar bile. Kendi hükümranlıklarını sürdürüyorlar. Ya da sürdürmek azmindeler.
İdeolojik alanda da bu söylediklerimin bir iz düşümü var kuşkusuz. Orada da “bölünmüş” olmanın yansımaları yukarıdakine benzer. Aynı amaçla konuşuyor yazıyor olabilirsiniz. Ama orada da hegemonik olanla olmayan arasında duvarlar örülmüş. Sizi duymuyor, görmüyor ve konuşmuyorlar.
Peki bu neden böyle?
Bunun nedeni büyük ölçüde “çıkarlarla” ilgili sanırım. Ülkeyi yöneten hegemon olanla, ideolojik alanda hegemon olanın çıkarları diğerleriyle bir uzlaşma üretmek için uygun değil de ondan.
Benim ilgilendiğim literatür diyor ki; eğer bir toplumda gruplar varsa, gruplar içinde bir “biz” duygusu üremişse ve üstüne gruplar arasında bir “yabancılaşma” yaşanıyorsa, o toplumda “çatışma” kaçınılmazdır. Nitekim, bu yaklaşımın karşılığı bizim ülkemiz de dahil olmak üzere görülmüş ve görülmekte. Kürt sorunu dediğimiz sorun da tam budur. Çözüm de gruplar arasında yaşanan “yabancılaşmayı” önleyecek, farklı grupların birbirlerini daha iyi anlayabilmelerini sağlayacak bir “diyalog” mekanizmasını araya koymakta. Öcalan’ın da önerdiği bu.
Ama benim bu yazımda derdim daha çok ideolojik alanda yaşananlarla ilgili. Öcalan’ın geçenlerde İstanbul’da yapılan konferansa gönderdiği mektubun yol açtığı tartışmalarla ilgili. Öcalan’ın sosyalizmle ilgili, bilinmeyen değil ama görülmek istenmeyen söyledikleri, “sol cenahta” var olan bölünmüşlüğün de tekrar görünür hale gelmesine neden oldu denilebilir. Öyle ki kimisi, Öcalan’ın ‘eleştirileri’nin “sol içi ya da sosyalizme dair bir tartışma için zemin değildir. Olmamalıdır” derken, kimisi de biraz daha ileri giderek “Öcalan’ın sosyalizm çağrısı, diktatörlüğe karşı değil aksine onu varsayan, kaçınılmaz gören, böylece işçi sınıfını boyun eğmeye çağıran, kapitalizm içinde kalmayı savunan bir strateji önermektedir” deyivermiştir.
Aynı ideolojik alanın içinde olup da Öcalan’ın söylediklerinin böyle okunması sol içi bölünmenin açık bir işaretidir. Beni rahatsız eden bu okumanın “düşmanca” sayılabilecek bir tutumu yansıtıyor oluşu. Öcalan’ın söylediklerinin “sol içi” bir tartışmanın zemini olmadığını söylemek ve giderek de Öcalan’ın “… işçi sınıfını boyun eğmeye çağıran, kapitalizm içinde kalmayı savunan bir strateji” önerdiğini söylemek sanıyorum “grup çıkarı” bağlamında açıklanabilecek bir “yabancılaşmanın” ürünüdür.
Bu durum da tıpkı Kürt sorunun yarattığı bölünmenin çözümü için önerildiği gibi Öcalan’ın önerdikleriyle şu anda varolan “sosyalizmin” (bana göre de klasik) versiyonunu savunanlar arasında bir diyalog kurmayı gerektirir. Bunun bir yararı olur mu bilinmez. Eğer dersek ki geçmişte yapıp da başarısız olduğumuz tutumları sürdürmek yerine, aramızdaki farklılıkları netleşmesini sağlayacak diyaloglarla yürüyelim, bence bu çok yapıcı olur. Aksi durumda ise tarihin bir tekrarı olarak başarısızlıklara yelken açmış olunur.
Unutmayalım ki “çıkar” peşinde koşmak-hangi tür olursa olsun-, sosyalizmin değil kapitalizmin ruhlarımıza soktuğu bir beladır.
Uzak durmakta yarar vardır!



























Yorum Yazın