TBMM Komisyonu adına üç üyenin İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmesinin ardından, çeşitli ulusal ve yabancı medya organlarında yeni çözüm sürecinin tıkandığı yönünde değerlendirmeler yapılmaya başlandı.
Bu yorum ve analizler temelde iki konuya dayandırılıyor. İlki, Suriye’de Şam yönetimi ile Doğu ve Kuzey Doğu Özerk Yönetimi arasında 10 Mart’ta imzalanan Mutabakatın hayata geçirilmemesi. İkincisi ise TBMM’de yapılması gereken yasal düzenlemelere ilişkin hazırlıklar konusunda süren tartışmalar. Her iki başlıkta da gecikme olduğu iddia ediliyor.
İddialara üç örnek vermek mümkün. İlki, haftalık The Economist dergisinde geçen hafta yayımlanan ve sürecin tıkandığını ileri süren analiz yazısı. Gazeteci Ardan Zentürk bu yazıyı gündeme taşıdı.
İkinci örnek, süreç ve Kürt hakları karşıtı tutumuyla bilinen Sözcü gazetesi yazarı tarafından cumartesi günü kaleme alınan, “APO, petrol ve elektrik gelirinden pay istiyor” başlıklı, hayal ürünü ve uydurma yazı.
Son örnek ise, sol siyasi hareket olan Halkevleri çevresinin yayın organı Sendika.org’un, Michael M. Gunter’in Ekim ayında kaleme aldığı “Yeni Türkiye – PKK barış süreci neden başarısız olacağa benziyor?” başlıklı yazıyı aylar sonra, cumartesi günü sitesinde yayımlaması.
Bunlara benzer yorum ve analizlerin son günlerde hızla yaygınlaşması ve çoğalması hiç de tesadüf olmasa gerek. Nitekim pazar günü Karar gazetesinde Taha Akyol’un “Öcalan’ın ‘entegrasyon’ politikası” başlığı altında süreci irdelemesi de bu tabloya eklenebilir. Farklı cephelerden, aynı hedefe yönelen bu yazıların bir izahı olmalı.
Doğrusu, yeni çözüm sürecine çelme takmak isteyenler her zaman ve her koşulda olabilir. Ancak sürece ilişkin belirsizlikleri, bilinmezlikleri ya da bilinmemesi gereken alanları; toplumsal tereddüt ve kaygıları fırsata çevirmek isteyenlerin bu denli aceleci davranmaları ve kısa sürede organize olabilmeleri doğrusu beklenmiyordu.
Bu riskin varlığı biliniyordu. Bölge siyasetinin altüst olduğu, eski dengelerin yerini yeni bölgesel güç ilişkilerinin aldığı bir dönemde; bu acelecilik ve her türden siyasi analizcinin çözüm ve Kürt hakları karşıtlığında buluşması, Türkiye açısından gerçek bir “beka sorunu”na işaret etmektedir. Bu durum hafife alınamaz, umursamazlık gösterilemez.
Hiç beklenmedik bir anda, hiç beklenmedik bir noktada her şey tersyüz olabilir. Bunca emek, bunca çaba boşa gidebilir. İnşa etmek her zaman zordur; bozmak ise ne yazık ki çok kolaydır. Çatışma çözümlerinde ve barış süreçlerinde bu durum daha da belirgindir. Barışın yolu, iğneyle kuyu kazmak kadar zahmetlidir.
Bu tür oyun bozucu, kafa karıştırıcı ve sürece çomak sokmak isteyen girişimlere karşı, dünyanın farklı barış ve çatışma çözümü deneyimlerinde defalarca sınanmış, birbirini besleyen ve güçlendiren çeşitli “sigorta” mekanizmaları geliştirilmiştir.
Türkiye’de ise içinde bulunduğumuz yeni çözüm sürecinde taraflar, bu tür sigortalara fazla ihtiyaç duymadıkları izlenimi veren; pek bilinmeyen, Türkiye’ye özgü bir tarz ve yöntemle süreci yürütmektedir. Yukarıda örnekleri verilen bozucu ve engelleyici tutumların, bu özgün modelin açıklarından ve kırılgan yönlerinden yararlanmak istediği görülmektedir. Süreç ilerledikçe bu tür girişimlerin artacağı da açıktır.
Bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen taraflar hâlâ bu boyutu yeterince ciddiye alan bir yaklaşım içinde görünmemektedir. Örneğin, bir yıldır birbirinden oldukça uzak iki sürecin eş zamanlı işletilmesi konusunda tarafların kararlı olduğu görülüyor.
İktidar, “Terörsüz Türkiye” söylemi kapsamında PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt siyasal hareketini terör parantezinden çıkarmaya oldukça uzak bir görüntü vermektedir. Aksine, tüm yapılarıyla PKK’nin teslim olmasına indirgenen bir söylem yaygınlaştırılmaktadır. Doğu ve Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin bütünüyle Şam yönetimine entegrasyonu ve silahsızlandırılması hedefi öne çıkarılmaktadır.
Kürt hareketi ise, Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Türkiye Çağrısı” ekseninde şekillenen ve “yeni paradigma” olarak adlandırılan yönelimi; kapsamlı bir demokratikleşme, Kürt haklarının tanınması ve Öcalan dâhil tüm Kürt siyasi aktörlerinin özgürlüğünü içeren bir süreç tasarımı olarak sunmaktadır. Son dönemde bunun gerçekte böyle olmadığı anlaşılmaya başlansa da, taraflar arasındaki hedef ve amaç farklılığının giderildiğini söylemek mümkün değildir. Bu durum toplumsal gerilim üretmektedir ve sürdürülebilir değildir.
Bu politik açı farkı azaltılamaz ya da giderilemezse, ay sonunda TBMM’nin önüne gelmesi beklenen yasal düzenlemelerde daha ciddi sorunlar yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. Bu da sürecin uzamasına ya da uygulamada istenen sonuçların elde edilememesine yol açabilir.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Hukuk İşleri Başkanvekili Mehmet Uçum’un Mudanya Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasındaki “Terörsüz Türkiye hedefine yönelik devlet politikası, Kürt meselesinin çözümüne yönelik bir devlet politikası olarak asla değerlendirilmemelidir. Çünkü Türkiye’de ‘Kürt meselesi’ diye tarif edilen konu aslında geçmişe ait bir sorundur” sözleri gibi anlatılar, yeni sürece çomak sokmak isteyenlerin işini kolaylaştırmaktadır. Barış isteyenlerin ve çözüm için çabalayanların işini ise zorlaştırmaktadır.
İstemeden de olsa bu yaklaşım süreci riske etmektedir. Sürecin geri dönülmez bir noktaya ulaştığı varsayımıyla gelişmeleri yanlış okumak ve zamanı hoyratça kullanmak, süreci ciddi hatalara sürükleyebilir. Türkiye’ye özgü bu süreç adeta bıçak sırtında ilerlemektedir. Sürecin güçlü bir sigortası yoktur; ya da özgünlüğünün bedeli, bu sigortasızlıktır.



























Yorum Yazın