“Dış” ile “iç” arasında, siyaset bilimi açısından da ilginç, derin ve çelişkili bir ilişki vardır. Bu ilişki, çoğu zaman bir aşk-nefret sarmalına dönüşür. “Dış” kimi zaman tehdit olur, korkulur; kimi zaman umut olur, dost olur, davet edilir. Bu gelgit, siyasal söylemin en tutkulu ama en ikiyüzlü anlatılarından birine dönüşür.
“Dış” kelimesi, kökenini Eski Türkçedeki “daş” ya da “taş” sözcüğünden alır. Türkçenin en eski yazılı belgelerinden biri olan Göktürk Yazıtları’nda bu kökü “taşra” biçiminde görürüz. “Taşra” — yani obanın, yuvanın, evin dışı. Orası, içeride olmayanın; tanıdık olmayanın; bilinmeyenin yeridir.
Belki de bu yüzden, insanlık tarihi boyunca “dışarısı” hep bir tedirginlik kaynağı oldu. Çünkü taşın ardında ne olduğunu bilemeyiz. Ve bilmediğimiz şeyi, çoğu zaman tehdit olarak görmeye meyilliyiz. Bilinmeyeni şeytanlaştırmak, yabancıyı suçlamak, içe kapanıp kendi kabuğuna sığınmak—hepsi bir tür savunma. Ama aynı zamanda kolaycılık.
Çünkü insanın en büyük konforu, kendi hatasını dışarıda aramaktır.
Bugün “dış güçler” diyoruz ya her fırsatta, aslında o taşın dışını hâlâ düşman bellemekten vazgeçemedik. Tüm otoriterin sıkıştıklarında kullandığı “dış alan”; artık bu korku sadece ilkel değil, organize. Ve bir şey daha: kullanışlı.
Geçtiğimiz günlerde Trump yine sahneye çıktı ve ABD’deki protestoları “dışarının işi” ilan etti. Dış güçler dedi. Evet, içerideki gerilimi, başarısızlığı, adaletsizliği dışarıya yıktı. Tanıdık bir refleks. Çünkü aynı sahneyi biz de yıllardır izliyoruz, sadece başka bir coğrafyada.
Türkiye’de de işler kötüye gittiğinde, dış güçler konuşulur. Ekonomi çöker, dış güçler. Dolar zıplar, dış güçler. Gençler bavullarını toplar, dış güçlerin oyunu. İktidarın yanlış politikaları, keyfi yönetimi ya da liyakatsiz kadroları konuşulmaz. Çünkü dışarıda birileri Türkiye’nin büyümesini kıskanıyordur ya da içerideki birileri onların maşasıdır. Toplumun önemli bir kısmı da bu anlatıya yıllarca inandı. Çünkü inanmak, gerçeği görmekten daha kolaydı.
Yıllar boyunca Amerika baş düşmandı. ABD, Türkiye’yi zayıflatmak isteyen, operasyon yapan, darbeyi kurgulayan bir “dış güç”tü. Sonra zaman değişti.
Hatırlayın: 2019’da Trump, Erdoğan’a hakaretvari bir mektup yazdı.
“Sert adam olma. Aptal olma,” dedi.
Bu mektup hâlâ Trump’ın New York’taki otelinde çerçeve içinde sergileniyor.
Ama ne olduysa oldu, şimdi aynı Trump, Erdoğan için “iyi adamdır, sert adamdır, severim” diyor. Ve Erdoğan’a yakın isimler de bunu memnuniyetle sahipleniyor.
AK Parti’ye yakın gazeteci Abdulkadir Selvi şöyle dedi:
“Trump bize lazım. Erdoğan’la ilgili övücü sözleri ona şapka çıkarmam için yeterli.”
İşte tam burada bir durup düşünmek gerekiyor. Dün dış güç dediğiniz, bugün neden dost oluyor? Dün düşman dediğiniz Trump’a bugün neden şapka çıkartılıyor?
Bu sadece strateji değişikliği değil. Bu, hafızanın silinmesi. Bu, insanların hakareti unutması. Bu, geçmişin bir tuşa basar gibi yeniden yazılması. Ve daha da üzücüsü: Bu değişkenliğe rağmen halkın hâlâ aynı alkışları sürdürmesi.
Erdoğan uzun yıllar dış güçlere kafa tuttuğu için sevildi. ABD’ye rest çektiği için destek gördü. Dik durduğu, eğilmediği için arkasında duruldu. Şimdi ne değişti? Trump gibi bir figür, Erdoğan’a birkaç övgü sıraladı diye ne oldu? Neden birden “dostumuz” oldu?
Daha da trajikomik olan: Aynı anda hem “bağımsızlık” nutukları atılıyor hem de Trump’a methiyeler diziliyor. Aynı anda hem “biz kimseden emir almayız” deniyor hem de “Trump’la çalışırsak daha rahat ederiz” deniyor. Bu iki zıt açıklamayı da aynı insanlar alkışlıyor.
Bunu anlamak kolay değil. Belki korkudan, belki yorgunluktan, belki de artık kimsenin hatırlamak istemediği bir geçmişten. Ama gerçek şu ki: Bu kadar kolay unutuluyorsa hakaretler, bu kadar kolay değiştiriliyorsa düşman tanımları, o zaman ortada bir ilkeden değil, bir oyundan bahsediyoruz.
Trump’ın son dönem çıkışları, Erdoğan’ın giderek içi boşalan sertliği, ikisinin de gerçeklikle bağını kopardığı noktada kesişiyor. Trump, hakkında verilen mahkeme kararlarını siyasi tiyatro ilan ediyor, anayasaya aykırı demeçler veriyor, protestocuları “yabancı” ilan ediyor. Erdoğan ise enflasyonu “psikolojik”, döviz krizini “dış müdahale”, halkın geçim sıkıntısını “algı operasyonu” olarak tanımlıyor.
Ve bu söylemler toplumun bir bölümünde hâlâ karşılık buluyor. Çünkü insanlar belki de gerçeğin ağırlığını taşıyamıyor. Dış güç masalı bu yüzden bitmiyor.
Ama bir gün dönüp şu sorularla yüzleşmek zorunda kalacağız:
— Bu dış güçler neden sürekli değişiyor?
— Düne kadar düşman olan, bugün nasıl dost olabiliyor?
— Gerçekten dışarıdan mı yıkılıyoruz, yoksa içerideki hataları görmemek için mi dışı suçluyoruz?
Ve en acısı:
Biz bu hikâyeye kaç kere daha inanacağız? Kaç kere daha kandırılacağız? Kaç kere daha unutacağız?
Yani demem o ki, “dış” ile “iç” arasında, siyaset bilimi açısından da ilginç, derin ve çelişkili bir ilişki vardır. Bu ilişki, çoğu zaman bir aşk-nefret sarmalına dönüşür. “Dış” kimi zaman tehdit olur, korkulur; kimi zaman umut olur, dost olur, davet edilir. Bu gelgit, siyasal söylemin en tutkulu ama en ikiyüzlü anlatılarından birine dönüşür.

Yorum Yazın