Eğer hepimiz Boğaziçi üniversitesini, diplomasiyi, bürokrasiyi iktidar kadrolarının at koşturacağı alanlara ya da kendi kişisel mikro alanlarımıza bırakacaksak, yalnızca kendi-kendine yeten bir muhalifliğimiz var demektir. Bu konuda tüm muhalif akademisyenleri bir etik anlayışa davet ediyorum. Birbirimizi linçleme lüksümüz yok, birbirimizi linçlediğimizde linçlenen her kimse onu iktidar savunucularının kollarına atıyoruz.
Güncel tartışmalarda demokratikleşme, otoriterleşme, liyakat, kemalizm, temsil siyaseti, milli çıkarlar gibi çerçeveleri kullanırken yanıldığımız, yenildiğimizden belli.
Erkem İmamoğlu üzerinden gerçekleşen, yargının araç olarak kullanıldığı sivil darbenin ardından sokaklara ilk çıkanlar üniversite öğrencileriydi. Siyasal iktidarın bu işlemi diploma iptaliyle başlatması da tesadüf değildi. Ancak bu olayların akabinde biz bir şekilde üniversiteleri, üniversitelerin rolünü, üniversitelerde sokağa çıkan gençleri tartışmadık.
Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Türkiye git gide yaşaması daha zor bir yer hâline geliyor ve Erdoğan iktidarının tüm toplumsal mekanizmalara sirayet ettiği günler geçiriyoruz. Demokrasinin bir aparat olarak kullanıldığı günümüzde, merkezi iktidarlar milliyetçilik ya da rantçılık yoluyla bireysel alanlarımızı ve toplumsal normlarımızı taciz ediyor. Erdoğan iktidarı da gelip geçici insanlardan oluşan bir zümrenin toplumsal mekanizmalara çökmesinin ötesinde, kendini sürekli kılabilmek için “rejim”leşmeye ihtiyaç duyuyor. Buna direnmenin yolu ise ülkeyi terk etmekten değil, ülkeyle daha çok haşır neşir olmaktan, açıkçası ülkedeki mikro iktidar alanlarında iktidar pratikleri (teftiş, gözetim, gösterme, kontrol) uygulayarak müzakere geçiyor. Örneğin, kendi mahalle sorunlarımızın çözümü için devleti değil, bize daha yakın olan muhtarları ve belediyeleri harekete geçmeye zorlayıp, onların bizim yöneticimiz değil, yaşadığımız alanların düzenleyicisi olduklarını hatırlatmamız gerekiyor. Tıpkı Türkiye’deki bazı üniversitelerin kampüslerinde üniversite öğrencilerinin yapageldiği gibi.
Odağımızı sürekli olarak CHP’ye, DEM’e, MHP’ye ve AKP’ye veriyoruz. Kamusal alanımızda bu boşluğu doldurmak ve yüzümüzü sahne siyasetinden çevirip pratik, gerçek siyasete döndürmek istiyorum. İnsanlar tabi ki CHP’yi merak ediyorlar, ancak “bundan bize nesi?” sorusuna cevap olacak şekilde fikir üretmediğimiz sürece, kendi içinde yaşadığımız ülkenin otoriterleşme tipini tartışıp, sorunlarımıza faydalı çözümler üretmeye girişemeyiz. İktidarı nasıl kısıtlayacağımızı, sürekli iktidar alanlarının genişleyip boğazımıza çöktüğü bu dünyada nasıl hayatta kalacağımızı, bu hayatta kalışımızın aktörlerini, sahalarını, tekniklerini ve araçlarını konuşmamız gerekiyor. Aksi taktirde tartıştıklarımız pek makul değil. Kendi kendine hapsolmuş, kendi anlam dünyası dışında pratik gündelik ihtiyaçlarımıza cevap vermeyen bir temsil sistemi, yani simülatif bir tartışma yürütüyor oluyoruz. Pratik gündelik ihtiyaçlara temas etmeyen ve kimlik temsilleri etrafında dönen tartışmalar, birer simülasyona dönüşüyor; siyasal gerçekliği değil, onun sahneye çıkmış, gerçek ihtiyaçlardan kopmuş yanını konuşuyoruz.
Yazımın ana mesajlarını şöyle özetleyebiliriz:
* Kültürel hegemonya mücadelesi sadece iktidar yanlılarının değil, muhalefetin içinde de yapısal körlükler ve refleksler üretebiliyor.
* Mikro-iktidarlar, merkezi iktidarın doğrudan karşıtı değil, zaman zaman onunla iç içe geçebilen ve kendi tahakküm biçimlerini üreten yapılar. Bizlerin iktidarı kısıtlayan pratikleri yaymamız gerekiyor. Buna bir sonraki yazımda tamamen değineceğim.
* Boğaziçi örneği, sadece AKP’nin baskısıyla değil, muhaliflerin kendi içlerindeki hizalanma ve dışlayıcılığıyla da anlaşılmalı. Bu konuda Dr. Mustafa Onur Tetik’in yazısını vardığı sonuç neticesiyle eleştiriyor, iktidarın kültürel hegemonya kavgasını desteklediğini düşünüyorum.
* Muhalif etik, reaksiyoner reflekslerle değil, usûl ve adalet ilkesiyle kurulmalı. Muhalif bir etiğe ihtiyacımız var.
Ancak, bu siyasetsiz (pratik ihtiyaçlara çözüm olma hevesi taşımayan) bir milli kimlik. Yani yapısal sorunları tartışmayan, sermaye akışını, sınıf çatışmasını, medya temsili dışındaki eşitsizliklere çözüm getirme amacı duymayan, içerleme yoluyla kendini üreten bir milliyetçilik.
Fahrettin Altun
Geçtiğimiz hafta görevinden alınan Fahrettin Altun’un 2018 yılında attığı bir Tweet’i hatırlıyorum: “Siyasal hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek.”
Bu tweet’teki fikir üzerine, AKP iktidarının üniversiteler üzerindeki doğrudan tahakkümü arttı. Üniversite, özerk olabilen ayrı bir alandan ziyade git gide iktidarın doğrudan kontrol ettiği, rant sistemine dahil ettiği bir alan olmaya başladı. Taşra üniversiteleri İletişim Başkanlığı’nın buroşürlerinin ve etkinliklerinin sık sık arttığı yerler hâline geldi. Kuruluşlarından beri bir şekilde özerk alanlar, yani kendi içlerinde kendi kültürlerini üretebilen, kendi normlarını üretebilen, bir şekilde kendi ekollerini üretebilen üniversiteler olan Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ, Ankara, İstanbul üniversitelerinin kendi politik sahaları tamamen tahakküm altına alındı. Kadrolara atama sistemlerinin ve araçlarının tamamen AKP hükümetinin kontrolünde olması, İletişim Başkanlığı’nın üniversiteleri kendi siyasal sahnesini yaratmak için bir alan olarak kullanmasına izin verdi.
Daha önce “bir kod olarak milliyetçilik” başlıklı yazımda belirttiğim üzere, bu tip bir milliyetçilik ve muhafazakarlık, etkinliklere katılım yoluyla, deneyime dayalı bir kimlik olmaktan ziyade bireylerin belli performansları ve sinyalleri yolladığında onay aldığı, bu onay üzerine makamlara (artık en basit işlere ve stajlara dahi bu yolla) gelebildiği, mikro-iktidar alanlarında yer alabildiği bir düzlem oluşturuluyor. Bu kod, zamanla milli bir kimliğe dönüşüyor. Ancak, bu siyasetsiz (pratik ihtiyaçlara çözüm olma hevesi taşımayan) bir milli kimlik. Yani yapısal sorunları tartışmayan, sermaye akışını, sınıf çatışmasını, medya temsili dışındaki eşitsizliklere çözüm getirme amacı duymayan, içerleme yoluyla kendini üreten bir milliyetçilik.
Üniversitelerin Kontrolü
Üniversite koridorlarının yatay bir yapıya kavuşması, liyakat ve usûl tartışmasını sadece kadro düzeyinde değil, birlikte yaşama ve üretme pratiği düzeyinde kurmamıza olanak tanır. Hiyerarşik yapı, her hocayı kendi köşesine çekerken, asıl tartışılması gerekenin “kiminle aynı fikirdeyiz” değil, “usûlümüz nedir?” olduğunu unutturur. Hepimizin bilgiyle kurduğu ilişki, teoriyi nasıl kullandığı, pratiği neye dönüştürdüğü açıklığa kavuşmadıkça, tartışmalar kişiselleşir ve etik zemin kaybolur. Bu yüzden hocaların pozisyonlarını değil, pozisyonlara yükledikleri anlamı tartışmak zorundayız.
Üniversiteleri kontrol etmek için üniversitelerin eskiden beri süregelen tüm kadroları boşaltamazsınız, çünkü kendi içlerinde mikro iktidarları olan okulların eğitim modelleri bir “know-how,” bir usüller paketi içeriyor. Bu usüller paketi sayesinde bilim, mühendislik, diplomasi, bürokrasi ve hukuk işlerini yürütebilecek özneler yetiştiriliyor. Bu öznelerin liyakatle ilişkisinden ziyade, usül öğrenme ve geliştirebilme becerileri kendileriyle diğer okul mezunları arasındaki hiyerarşik farkı yaratıyor. Bunu akılda tutarak, üniversitelere, üniversitelerin bileşenlerinden başlayarak sahip çıkmalıyız ve çalışkan olduğunu bildiğimiz insanları desteklemeliyiz. Muhalifler olarak bu konuda başka bir lüksümüz yok. Boğaziçi Üniversite’sindeki atanmış rektör tartışması da bu bahsettiğim durumun bir göstergesi. Son derece muğlak bir noktadan başlatılan linç kampanyası, lüksümüz olmayan bir şekilde birbirimizle konuşmamamız iktidara daha çok alan açtı.
Üniersite içi eğitim, üniversitenin bütün bileşenlerinin karşılıklı oyununu içeren bir düzen. Bu tepkinin ve becerinin ise aksı her zaman tartışmaya açık ve etikle ilgili, ancak Türkiye’de etik tartışması ve etik eğitimi asla üzerine düşülmüş bir konu değil (bu konuda felsefecimiz Ioanna Kuçuradi’nin enfes tespitleri olduğunu düşünüyorum). Bu yüzden öğrencilerin hocaları, Cumhurbaşkanı’nın atadığı rektörün seçtiği insanlar önemli. Dr. Tetik, yazısında protesto edilen ve protesto edilme sebebi koridor-içi hesaplaşma olarak gözüken başarılı ve iktidar yandaşı olmayan değerli bir hocamızın arkasında durur gibi gözükse de durum tam olarak bundan ibaret değil. Bahsettiğim mikro-iktidarlara meydan okuyan öğrencileri asıl değerli kılan şey onların elit olmaları ya da seküler/muhafazakar kimliklerle olan ilişkileri değil. Öğrencilerin meydan okuyabiliyor olması ve usül öğrenip geliştirebilmeleri. Bu yüzden hem devlet aygıtının, hem toplumun hem de aynı fakültenin bu öğrencilere ve bu üniversite içi kültüre daha horizontal bir şekilde intisap eden hocalara ihtiyaçları var. Bu hocaların bu kültürü koruması ise iddia edilen şekliyle hocaların hiyerarşik yapılanması değil, fakültenin horizontal yapılanmasıyla mümkün ve adil olabilir.
Elbette, “mikro-iktidar alanı” dediğimiz şey her zaman fiziksel bir mekân ya da sabit bir yapı değil; bu, toplumsal ilişkilerdeki güç dinamiklerini analiz etmek için kullandığımız bir çerçeve. Ama bu çerçeve soyut olsa da içindeki ilişkiler gayet somut etkiler yaratıyor; hayatlarımızı yönlendiriyor, davranışlarımızı belirliyor.
Mikro-İktidar Nedir?
Mikro iktidar alanları, yalnızca bireysel tahakküm üretmez; aynı zamanda estetik, bilgi ve doğru davranış biçimlerini şekillendiren normatif yapılardır. Devlet bu alanların en kapsamlısı olabilir, ancak üniversite koridorları, arkadaş grupları, sosyal medya toplulukları gibi yapılar da bireyin dünyayı nasıl deneyimlediğini etkiler. Bu alanları gözden kaçırdığımızda, tahakkümün yalnızca yukarıdan geldiğini sanırız; oysa çoğu kez baskı, bize en yakın çevrelerden gelir. Bu nedenle, mikro-iktidarları kısıtlamak için merkezi iktidara değil, doğrudan bu alanların içindeki etik düzene ihtiyaç vardır.
Mikro iktidar alanları, birbirinden farklı farklı ancak birbiriyle bağlantılı olan, belli tür hiyerarşilerin ve insanlar arası gruplaşmanın olduğu alanlardır. Bu alanları iktidar kılan husus, bu alanların mensuplarına neyin doğru olduğunu, neyin estetik olduğunu, neyin bilinebileceğini, nasılını ve nasıl olması gerektiğini şekillendirir. Aile, okul, arkadaş grubu, özel kulüpler, taraftar grupları, medya grupları, belirli kanallar, belirli akımlar, sosyal medya grupları vb. iktidar alanları vardır. Devlet, bu iktidar alanlarının erişim potansiyeli bakımından en güçlü aygıtıdır. Saydığım örneklerin aksine iktidar alanları çoğu kez 18. ve 19. Yüzyıldaki modern devlet ve modernizm akımı gereği nizami ve gözle görülür şekilde belli değildir. Örneğin, “kanziler” sosyal grubunun alanını gözlemlemeniz, içlerindeki hiyerarşik bilgi ve fail tespitlerini yapmanız pek kolay değildir. Esasen piramit şeklinde örgütlenmeyen grupların, yani yaygın düzlemde, horizontal hizalanan grupların iktidar ilişkilerinde zor kullanımını ve sistematikliği görmek de aynı şekilde zordur. Dolayısıyla iktidar alanı terimindeki “alan” bir bakıma bizlerin yarattığı bir kategori, dışarıdaki gerçeklik kumaşından aldığımız bir kesiktir. Örneğin, Mart ayındaki Saraçhane protestoları sırasında protestocularla CHP’nin yatay bir düzlemde hizalandığını, bu yüzden de Erdoğan’ın ısrarla “protestolar tek bir merkezden yönetiliyor” iddiasının ters yüz olduğunu yazmıştık.
İktidarlar genişlemek ister, üyelerinin öznelliklerini (kendi yaşadıkları deneyimleri kimlikleştirme ve hayata yansıtma biçimleri) şekillendirmek, tahakküm altına almak ister. Bu tahakküm ise tek yönlü değildir, her ne kadar üniversite öğrencisi olmaktan yakınsak da okula gidip belli bir eğitim almak isteriz. Okula gitmediğimizde toplumsal standart ve ölçümlerin daha adaletsiz ve kaotik olacağını da bilir, dolayısıyla bir şekilde bu “okula gitme zorunluluğuna” riayet eder, muhtelif öğrenci gruplarına intisap ederiz. O okulun koridorlarında aldığımız eğitim, arkadaş gruplarımızla paylaştığımız deneyim, cool olan, doğru olan, sıkıcı olan, ayıp olan iç-grup davranışlarını ve kendi yargılarımızı çatıştırdığımız, büyük bir amalgamla mezun oluruz. Bu da okuldaki mikro iktidar alanlarının ve iç-grup dış-grup dinamiklerinin (daha çok sosyal psikolojinin konusu olan) etkisini görürüz, ancak bu etkiler insanların tek bir tornadan çıktığını göstermez.
Örneğin, eskiden ODTÜ mezunu öğrencilerin silme solcu olduğunu bir önyargı haline getirecek kadar güçlü bir mikro-iktidar alanıyken, bugün aynı habitusun içerisinde böyle bir iktidar alanı olduğundan söz edemeyiz. Protestolara katıldığını gördüğümüz öğrenciler arasında solcu veya milliyetçi öğrenciler varken, bir şekilde aynı anda belli tonlarda pratikte milliyetçi (yani milliyetçiliği bir yere giriş parolası olarak görmeyen, toplumsal pratik ihtiyaçlara bir çözüm olarak milliyeti önemseyen), bir kısmı kod olarak milliyetçi (profan hamaset), vatansever, sol paradigmanın bir kısmından (yani hayattaki pratik sınıf eşitsizliklerinden rahatsız) ve çevreciler. Hemen ODTÜ’nün yanında, Bilkent öğrencilerinin politik olmadığı ön yargısının yıkılması iç iktidar alanlarının başkaları tarafından ele geçirilmesiyle değil, bu mikro-iktidar alanlarının akışkan ve tam olarak belirlenemez olmasıyla alakalıdır. Çünkü devlet ve büyük şirket olmayan pek çok iktidar alanı ve aygıtı öznelerini kontrol etmez, takip etmez, gözetlemez. Gözetlemenin, teftişin, talimin, kontrolün yoğunluğu arttıkça, yani iktidar uygulama tekniklerinin bilgisi arttıkça özneleri üzerinde çok daha fazla tahakkümü olduğunu görürüz.
1980 darbesi sonrası Türkiye’nin siyaset sahnesini ve 1980 sonrası politize olamayan gençliğin darbe sonrası yönetimle MEB, özelleştirme ve ticari medya ile ciddi bir tahakküm altında olduğunu saptayabiliriz. 1980 sonrası siyaset tanımını devlet tek eline alabilmek için insanları içeri atma, tecrit etme, kamusal hayatın disipline edilmesi, kontrol altına alınması ve makbul siyasetçilerin belirlenmesi gibi süreçler yürütülmüştü. Bugünün gençleri bu paradigmaya doğan insanların çocukları. Bu kuşaklardan sonra anti-Erdoğanizm diyebileceğimiz, tahakkümün ve siyasal iktidarın edebildiği bütün mikro-iktidar alanlarını kontrol etmek istemesi ve buna aslında zorunda olması, bunu yaparkenki tekniklerini gittikçe gayridemokratikleştirmesi, son yılların üniversite öğrencileri için zor zamanlar yaşattı.
Elbette, “mikro-iktidar alanı” dediğimiz şey her zaman fiziksel bir mekân ya da sabit bir yapı değil; bu, toplumsal ilişkilerdeki güç dinamiklerini analiz etmek için kullandığımız bir çerçeve. Ama bu çerçeve soyut olsa da içindeki ilişkiler gayet somut etkiler yaratıyor; hayatlarımızı yönlendiriyor, davranışlarımızı belirliyor.
Boğaziçi Üniversitesi
Boğaziçi Üniversitesi, yıllardır kendi özerk yapısını, yani kendi kendine bir mikro-iktidar alanı olabilme özelliğini kaybediyor. Bu mikro-iktidarların toplumsal anlamda pratik ihtiyaçlara karşılık geldiğini ancak aynı anda negatif, tepeden inmeci özellikleri olduğunu biliyoruz. Ancak, bu durum, Boğaziçi Üniversitesi’nde “Atanmış Bölüm Başkanı,” tartışmasında Doç. Dr. Mustafa Onur Tetik’in kaleme aldığı “Bir Mikro İktidar Alanı Olarak Boğaziçi Üniversitesi” yazısında vardığı sonuçları desteklemiyor.
Eğer muhalifler olarak kendi çıkarlarımızı, iktidarın çıkarlarıyla örtüştürmeye başlıyorsak, yanlış yoldayız demektir. Bu durum, kültürel hegemonyanın AKP tarafından değil, muhalefetin içinden de yeniden üretildiğini gösterir. Dr. Tetik’in analizi de bu bağlamda, görünürde eleştirel bir dille yazılmış olsa da simülatif bir kimlik siyasetine katkı sunuyor. Bu simülasyon, gerçek iktidar ilişkilerini tartışmak yerine, kimlikler üzerinden yürüyen bir temsil savaşına dönüşüyor ve böylece AKP’nin kültürel hegemonya inşasını fark etmeden destekliyor.
Dr. Tetik’in iddia ettiği şekliyle Boğaziçi Üniversitesi’ni çekici ve statüsü yüksek yapan yer oraya üniversite sınavı sıralamasıyla gelen (ki bu da devlet aygıtının yıllardan beri Türkiye’de uyguladığı ciddi bir ideolojik devlet aparatıdır) ve kaygıyla boğuşan çocuklar değil, potansiyellerini bu okullarda edindikleri usül öğrenme ve geliştirme becerisiyle harmanlayan, aynı sırada kendi mikro iktidarlarını kurabilen, okul içindeki ve dışındaki makro-iktidarlara meydan okuyabilen, onları değiştirmeye çalışan öğrenciler olmaları. Aynı şekilde, üniversitelerdeki mikro-iktidar alanı merkezden desteklenmedikçe bir torna misali “elit” üretmiyor.
Merkezi iktidarın dalga fonksiyonlarıyla yayılan, diğer bireylerin ve grupların küçük alanlarını yutan bir çember olduğunu düşünün. Büyük bir network’te, kendi toplumsal varlığımızı (görünürlüğümüzü) kontrol edebildiğimiz küçüklü büyüklü alanlarımıza iktidarın kendi kontrolünü zerk etmeye çalıştığını düşünün. Bu dalgaların gittikçe her yere yayıldığını gördükçe akla şu soru takılıyor, direnmek nedir?
Dr. Tetik yazısında “Bu siyasal makro iktidar alanı, mikro iktidar alanlarının metazori içinde eritildiği bir Leviathan’dır[1]. Ancak bu demek değildir ki; bu yarı-özerk ve direnen mikro-alanlar demokratik nizama sahiptirler” diyor. Bu doğru, ancak demokratik olmak kendi içerisinde zaten bir erdem değildir. Dahası, aynı çerçeveden baktığımızda demokrasi pek âlâ bir aparat olarak kullanılır ve üreteceğini vaat ettiğinden daha çok kapatma üretebilir. Burada demokratik nizamdan ziyade, üniversite koridorlarının horizontal bir ilişkiye sahip olması gerekir. Aksi taktirde, yatay yapı bozulur ve pozisyonlar koruma refleksiyle tahakküm alanlarına dönüşebilir.
Üniversite Koridorundan Başlayan Muhalif Etik
Hepimizin usülü, teorik bilgisi ve tekniğe yüklediği görevler (yani dünyayı okuma biçimimizin, var sayımlarımızın bir bilgiyi örn. siyaseti anlama yöntemini etkilediği, bunu anlamak için hangi saikleri kullanacağımızı belirlediği) tartışmaya açık olmalı. Aksi taktirde Dr. Tetik’in iddia ettiği, Leviathan-vari koridorların zararlarından korunulabilir (ki bu pek çok bağlamda doğru olabilir).
Türkiye’de muhalifler olarak girdiğimiz bazı girdaplar var. İktidarı tersine gözetlememiz gerekirken, muhalif olan diğerlerini iktidar yanlısı olarak yaftalayıp kategorik olarak reddediyoruz. Bunu yaptığımızda, bazı muhaliflerin, ihtiyacımız olan insanların, her hareketini desteklememize rağmen linç etmememiz gereken insanları iktidarın öğütme makinesine kaptırıyoruz. Dr. Tetik’in yazısı da söz konusu kalifiye akademisyeni maalesef tehlikeye atan bir noktadan savunuyor.
Dr. Tetik’in yazısındaki bir diğer çelişki, merkezî iktidarın yapısını ve genişleme talebinden ziyade, merkezi iktidarın sanki ondan bağımsız gibi askeri operasyonlarını “desteklemek” isteğine karşın Boğaziçi’ndeki mikro-iktidar uygulayıcılarının bundan ötürü bir akademisyeni yaftalamaya çalışması. Eğer yapıları sorguladığımız bir noktadan bakıyorsak, Mustafa Onur Tetik yanılıyor. Mikro-iktidarların merkezi iktidar üzerine gücü olduğu alt metni oldukça tehlikeli. Bütün bu “atanmış bölüm başkanı” tartışmasından, ki bölüm başkanları her yerde atanır ve Türkiye’deki bütün rektörler atanmış rektörlerdir, mikro-iktidarların merkezi iktidardan daha zorba olduğu yanılgısı çıkarılmamalıdır. Mikro-iktidarları, merkezi iktidarı kısıtlama amacıyla kısıtlamalıyız.
Dr. Tetik’in yazısında:
* “Boğaziçi elit üretir” iddiası: Yanıltıcı çünkü usûl üzerinden öğrenen öğrenciler elit değil, pratik çözüm üreticileridir.
* “Mikro-iktidarlar Leviathan’dan güçlü” iddiası: Tehlikeli çünkü merkezi iktidarın zor araçlarını görünmez kılıyor. Siyasal iktidarın bağımsız aksiyonlarını desteklemenin bu mikro iktidar alanlarından dışlanmanıza sebep olduğu iddiası da muhalif etiği çarpıtıyor. Hoca gruplaşmaları Erdoğan iktidarından bağımsız veya daha güçlü değil, tam tersine onun bir efekti, insanların pozisyonlarına dair ekstra bir korumacılıkla yaklaşmasını ve egoistik çatışmayı bir araya getiriyor. Ancak bu noktada muhalif etiğe ihtiyaç duyduğumuz sonucunu da çıkarıyorum.
Bourdieu’cu[2] bir noktadan teorik arka planı doğru olsa da teoriyi kullanırken inşa ettiği nokta, Fahrettin Altun’un işaret ettiği “kültürel hegemonya”nın AKP tarafından ele geçirilmek istenmesi argümanını yeniden üretiyor. Eğer muhalifler olarak kendi çıkarlarımızla iktidarın çıkarlarını bir şekilde örtüştüreceksek, yanlış yoldayız demektir. Dr. Tetik’in analizi, iktidarın kimlik politikasına katkı sunuyor.
Bunu daha önce belirtmiştim, ancak bu tekrar vurgulanmalı: Muhalif etik gereği, kalifiye muhalifleri iktidardan ele geçirdikleri her pozisyon için yatay bir düzlemde, yani bir dayanışma içinde desteklemeliyiz ki kendi aramızda daha fazla eşitsizlik yaratmayalım. Bir bölüm başkanının atanması, dünyanın en tuhaf işi değil. Eğer hepimiz Boğaziçi üniversitesini, diplomasiyi, bürokrasiyi iktidar kadrolarının at koşturacağı alanlara ya da kendi kişisel mikro alanlarımıza bırakacaksak, yalnızca kendi-kendine yeten bir muhalifliğimiz var demektir. Bu konuda tüm muhalif akademisyenleri bir etik anlayışa davet ediyorum. Birbirimizi linçleme lüksümüz yok, birbirimizi linçlediğimizde linçlenen her kimse onu iktidar savunucularının kollarına atıyoruz.
[1]Leviathan, Thomas Hobbes’un 1651 tarihli eserinde devletin mutlak otoritesini temsil eden bir figürdür. Bireylerin güvenlik karşılığında özgürlüklerinden feragat ederek kurduğu güçlü ve merkezi iktidar aygıtını simgeler. Hükümdarın, monarşinin tebaasından (rıza ve güvenlik yoluyla) oluşan bir nevi dev bir vücut olduğunun tasviri. Bu tasvir, devlet ve hukuk tartışmalarında tarih boyunca kullanılan en etkili figürlerden biridir.
[2]Pierre Bourdieu, Fransız sosyolog ve düşünür. Toplumsal alanları; habitus (alışkanlıklar ve eğilimler), sermaye (ekonomik, kültürel, sosyal, sembolik) ve alan (mücadele edilen toplumsal mekânlar) kavramlarıyla analiz ederek güç ilişkilerinin nasıl üretildiğini açıklamıştır. Özellikle eğitim, kültür ve sınıf üzerine çalışmalarıyla tanınır.

Yorum Yazın