Popülizmin yükselişini durdurabilmek için liberalizm, eşitsizliği derinleştiren kapitalist politikalarla ilişkisini sorgulamalı ve sorunlarıyla yüzleşmelidir. Ancak bu şekilde liberalizm, hem Batı’da hem de Müslüman dünyada, popülizme karşı etkili ve meşru bir alternatif olarak yeniden güç kazanabilir.
Soğuk Savaş sona erdiğinde, liberalizm küresel etkisinin zirvesindeydi. Francis Fukuyama, 1989 yılında kaleme aldığı “Tarihin Sonu” adlı makalesinde, liberalizmin artık ciddi bir ideolojik rakibi kalmadığını ilan etmişti. Liberalizm, önce faşizme ardından da komünizme karşı zafer kazanmıştı; İslam’ı ise ideolojik bir tehdit olarak görmüyordu. Ancak bu liberal iyimserlik, kısa sürede Balkanlar ve diğer bölgelerde patlak veren etnik çatışmalarla sarsılmaya başladı.
2021 yılında Fukuyama ile online bir konferans düzenlediğimizde, kendisi liberalizmin küresel etkisi konusunda hâlâ iyimserdi: Donald Trump ABD başkanlık seçimlerini kaybetmişti ve küresel popülist dalga yavaşlamış görünüyordu. Ancak bugün, o iyimserlik tamamen kaybolmuş durumda. Popülist hareketler, Batı ülkelerinden Müslüman toplumlara, İsrail’den Hindistan’a kadar dünyanın dört bir yanında yeniden ivme kazanıyor. Liberalizmin gerilemesini ve popülizmin yükselişini anlamak, bu ülkelerde siyasetin nasıl şekillendiğini kavrayabilmek açısından kritik önem taşıyor.
Liberalizm ve ideolojik rakipleri
Liberalizm, modern bir ideoloji olarak 18. yüzyıl Avrupa Aydınlanması’nın bir ürünüdür. Bu dönemin düşünürleri, devlet otoritesini sınırlamak ve bireysel özgürlükleri güvence altına almak amacıyla hukukun üstünlüğünü, mülkiyet haklarının korunmasını ve güçler ayrılığını ön plana çıkarmışlardı. 19. yüzyıl boyunca Avrupa’daki mutlak monarşiler ve Katolik Kilisesi, liberal fikirlerin yayılmasına güçlü bir şekilde direndi. Ancak yüzyılın ikinci yarısında, liberalizmin ekonomik temellerine ve emeğin kapitalist sistem içindeki sömürüsüne karşı çıkan sosyalistler, ideolojik mücadelede başlıca rakip haline geldiler.
20. yüzyılın ilk yarısında, Almanya’dan Japonya’ya kadar birçok ülkede faşizm hızla yükselişe geçti. Ancak liberal ve sosyalist güçlerin ortak mücadelesi sonucunda, faşizm hem askeri hem de ideolojik olarak yenilgiye uğratıldı. Yüzyılın ikinci yarısında ise sosyalizm, liberalizmin başlıca rakibi olarak öne çıktı. Fakat bu ideolojik rekabet de, sosyalizmin en güçlü temsilcisi olan Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasıyla sona erdi.
Batı'da liberalizm ve popülizm
Son otuz yılda liberalizm, “neoliberalizm” olarak bilinen ve zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmakla suçlanan sağcı bir ekonomi politikası ile özdeşleşti. Amerika Birleşik Devletleri'nde bu politikanın en görünür sonuçlarından biri, sayıları 650.000’i aşan evsizler oldu.Neoliberalizmin mülkiyet haklarını savunması, piyasa temelli ekonomi anlayışı ve devlet müdahalesini sınırlaması küresel bir çekicilik hâlâ taşısa da, bu ekonomik model, gelir eşitsizliğini derinleştirdiği ve sosyal adaleti zayıflattığı için yaygın bir şekilde eleştirilmektedir.
Öte yandan, sol gruplar liberalizmi daha çok kimlik siyaseti ekseninde ele almış ve özellikle ırksal azınlıklar ile LGBTQ bireyler gibi ötekileştirilmiş grupların haklarını savunmaya odaklanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu yaklaşım, 2020’deki “Siyahların Hayatı Değerlidir” protestolarından 2024 başkanlık seçimlerine kadar bir toplumsal ve siyasal etki yaratmıştı. Ancak bu kültürel hegemonya girişimi, toplumun çeşitli kesimlerinde tepkiye yol açtı ve bu tepki, Trump’ın yeniden başkan seçilmesine verilen desteği artırdı. Benzer şekilde, İtalya, Fransa, Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde de kimlik siyasetineyönelik hoşnutsuzluk, sağ popülist partilerin yükselişine katkıda bulundu.
Popülizm, liberalizmin aksine; dış politika, ekonomi, kurumsal yönetim ve toplum-devlet ilişkileri konularında tutarlı ilkelere sahip, sistemli bir ideoloji değildir. Bunun yerine, “halkı” yozlaşmış “seçkinlerden” ve göçmenler ile azınlıkların oluşturduğu “yabancılardan” koruma iddiasında bir harekettir. Popülizmin ideolojik esnekliği, uzun vadede bir sorun olsa da, kısa vadede dünya genelindeki demagoglara bir avantaj sunmaktadır. Örneğin Trump, aynı anda hem izolasyonist hem de emperyalist dış politikalar izleyebilmekte, gümrük vergilerini bir koyup bir kaldırmakta, hem federal kurumları zayıflatıp hem askeri bütçeyi artırmakta, bir yandan ifade özgürlüğünü yeniden tesis ettiğini iddia ederken öte yandan İsrail’in Filistinlileri bombalamasını eleştiren öğrencileri sınır dışı edebilmektedir.
Popülizmin yükselişi, neoliberalizmin ekonomik sonuçlarına ve kimlik siyasetinin kültürel ajandasına karşı olanlar için kısa vadeli bir duygusal tatmin sağlamış görünüyor. Ama uzun vadede, popülist liderlerin bu karmaşık sorunlara kalıcı ve yapıcı çözümler üretme ihtimali yoktur. Dahası, bu liderler, hukuk devletini zayıflatmakta, kuvvetler ayrılığını aşındırmakta ve devletin bireysel özgürlüklere müdahalesini artırmaktadır.
Müslüman dünyada liberalizm ve popülizm
Çoğunluğu Müslüman olan 50 ülkenin büyük kısmı, birkaç istisna dışında, otoriter rejimler tarafından yönetilmektedir. Bu rejimler altında liberalizm, yabancı bir ideoloji olarak algılanmaktadır, zira otoriter yönetimler, yargı bağımsızlığının zayıflığını, kuvvetler ayrılığının yokluğunu ve mülkiyet haklarının ihlalini sorun olarak görmezler. Dahası, Türkiye gibi çok partili seçimlerin yapıldığı örneklerde bile, liberal partiler genellikle en az oyu alırlar, çünkü bu ülkelerde toplum da liberalizmi yabancı görmektedir: toplumun siyasi kültürü bireyselciliği reddederken kolektivizmi ve devletçiliği neredeyse kutsamaktadır.
Kimlik siyaseti konusunda, özellikle LGBTQ haklarında, Müslüman dünyanın büyük bölümünde hem devlet hem de toplum istikrarlı bir şekilde direnç gösterir. Asıl karmaşıklık, zenginleri kayıran neoliberal politikalarla ilgilidir. Müslüman ülkelerin çoğunda, kamuoyuna hitap eden figürler neoliberal politikaları söylemsel düzeyde eleştirseler de, pratikte bu ülkelerin ekonomik politikaları da benzer şekilde zenginleri kayırmaktadır.
Örneğin Türkiye'de, gelir eşitsizliği son on yılda keskin bir şekilde artmıştır. Yüksek enflasyon ortamında zenginler servetlerini artırmayı sürdürürken, yoksullar temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaktadır. Körfez ülkelerinde ise petrol gelirleri ekonominin bel kemiğini oluşturur; ekonomik kaynaklar büyük ölçüde yönetici elitler tarafından tekelleştirilmiştir ve elitler petrol gelirlerinin sadece bir kısmını halka dağıtmaktadırlar. Bu ülkelerde hâkim olan ekonomik modellere farklı isimler verilse de, ortaya koydukları gelir dağılımı eşitsizlikleri, neoliberalizme özgü sonuçlarla büyük ölçüde örtüşmektedir.
Liberalizm kendisini yenileyebilir mi?
Popülizmin yükselişi, neoliberalizmin ekonomik sonuçlarına ve kimlik siyasetinin kültürel ajandasına karşı olanlar için kısa vadeli bir duygusal tatmin sağlamış görünüyor. Ama uzun vadede, popülist liderlerin bu karmaşık sorunlara kalıcı ve yapıcı çözümler üretme ihtimali yoktur. Dahası, bu liderler, hukuk devletini zayıflatmakta, kuvvetler ayrılığını aşındırmakta vedevletin bireysel özgürlüklere müdahalesini artırmaktadır. Popülizmin yükselişini durdurabilmek için liberalizm, eşitsizliği derinleştiren kapitalist politikalarla ilişkisini sorgulamalı vesorunlarıyla yüzleşmelidir. Ancak bu şekilde liberalizm, hem Batı’da hem de Müslüman dünyada, popülizme karşı etkili ve meşru bir alternatif olarak yeniden güç kazanabilir.

Yorum Yazın