Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman, 27 Mayıs Darbesi’nin değerlendirdiği yazısının ikinci bölümünde; “Ordunun yönetimde daimi olması veya yönetimi sivillere bırakması birbirinden önemli ölçüde ayrışan iki farklı taleptir. Fakat, buradaki ana nokta, ordunun yönetimden çekilirken devleti ne derecede ve hangi ölçütlere göre yeniden kurgulayacağı ve kuracağıdır. 27 Mayıs’ın asıl meselesi budur.” tespitiyle Türkiye’de darbe geleneğinin tarihsel özünü bir anlamda deşifre etmektedir.
Daha önceki çözümlemeden sonra şimdi 27 Mayıs’ı ve kendisini önceleyen CHP/Tek-Parti döneminin sınıfsal altyapısına, sınıf yapısına bağlı siyasal kültürün özelliklerine bakmakta yarar var. Oradan 27 Mayıs’ı hazırlayan zihniyete geçilebilir.
1.
27 Mayıs darbesinin ideolojik açından daha doğrusu zihniyet açısından iki temel özelliği vardır. Birincisi, darbe genç subaylar tarafından cunta girişimleriyle ve bir cuntalar konsorsiyumu olarak icra edilmiştir. Darbenin başına bazı eski kuşak subayların geçirilmesi yine bazı eski kuşak subayların hiyerarşi araması neticesindedir. Darbenin ikinci dikkat çeken ve bugün de bazı çevrelerde savunulmasını sağlayan özelliği askerin/cuntaların aydınlarla iş birliği ve beraberliğidir.
Bizzat başkan Tümgeneral Madanoğlu’nun birçok vesileyle hatta bizzat kurulacak hükümette görev almak isteyen subaylara da belirttiği gibi darbenin 28 Mayıs’a dönük bir hazırlığı ve planı olmadığı gibi bir kadrosu da yoktur. Askerler üniversite çevrelerine bu zaafları nedeniyle müracaat ederler. İşin garip yanı, o çevreden gelen hukukçular, özellikle İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Sıddık Sami Onar, darbecilerin bulamadığı meşrulaştırıcı gerekçeyi onlara armağan eder. Bu şaşırtıcı davranışı açıklayacak koşul tarihe içkindir. Çünkü, tekrar etmek pahasına söyleyeyim, darbeyi Türk Siyasetinin yapısal Analizi isimli kitabımın Kavramlar, Kuramlar, Kurumlar isimli birinci cildinde tüm ayrıntısıyla incelediğim ve Gramsci’den aldığım bir terimle, Tarihsel Blok dediğim ordu-aydınlar-bürokrasi (OBA) ittifakı sağlamıştır. Tarihsel Blok 1908 sonrası Türkiye’nin siyasal yapısı olduğu kadar siyasal mekanizmasını/makinesini meydana getirir.
Gerek cuntalaşma, gerek genç subaylar, gerekse kurtarıcılık (halaskârlık) ve ertesinde (hatta öncesinde) aydınlarla/ üniversiteyle ilişki kurma ilkesi bu ışığın gösterdiği gibi yeni değildir. İttifak, bu yazının daha önce yayınlanan birinci bölümünde anlattığım şekilde 1907 yılında toplanan II. Jön Türk Kongresinde karar altına alınmıştır. O tarihten başlayarak asker-aydın işbirliği sağlanmış, askerin yönetimi devirmesi meşru bir eylem olarak görülmüştür. 1960’ta darbe hazırlayan cuntalar ve içinde yer alan genç subaylar doğrudan bu ilkeden yola çıkmıştır. Asker kendisini yurdun kurtarıcısı, savunucusu ve sahibi olarak görmektedir. 1946’da başlayan süreci yeterince okuyup anlayamadıkları bu muhakemelerinde barizdir.
Aydınların orduyla 1908 sonrasında başlayan ittifakının üçüncü kanadını bürokrasi oluşturur. Tanzimat sonrasında başlı başına bir edene (agent) dönüşen bürokrasi Troçki’nin geliştirdiği güçlü çözümlemede belirttiği gibi otoriteryanizmle, merkeziyetçilikle ve tutuculukla yakından ilişkilidir ve bu üçünün kesişim noktasında yer alır. Bu nedenle de bürokrasinin temel amacı mevcut halin, statükonun devamıdır. Fakat aynı bürokrasinin daha sonra Robert Merton’un çalışmalarında gösterdiği gibi her şeye rağmen devlet çarkının döndürülmesinde vazgeçilemeyecek bir önemi vardır ve bu işlevi nedeniyle devletle organik bir bütünlük içindedir. Bürokrasinin taşıdığı bu özellikler, devlete nüfuz ve hükmeden kimsenin onunla ittifakını zorunlu hale getirir. Çünkü, yine Merton’a göre, bürokrasi ‘eğitimli yetersizlik’le (trained incapacity) yaralıdır. Bürokrasi ön almaz, devrim yapmaz fakat devrimle özdeşleşir ve onun işlerini basitleştirir. Darbe bu ittifakın içinden yapılmıştır. İttifak unsurları içinde herhangi birisinin önceliği, diğerinin sonralığı bir önem taşımaz. Önemli olan zihniyettir. O zihniyetin tarih içinde teşekkül etmiştir. 1895, 1907 doğumlu darbe komutanlarından söz ediyoruz.
Tarihsel Blok niteliği gereği yukarıdan aşağıya inen bir modernleşme anlayışıyla bütünleşmiştir. Tarihsel olarak ve hiçbir şekilde sivilleşmemiş, sivil toplum denebilecek hiçbir yapıya sahip olmayan hatta klasik anlamıyla ‘toplum’ da olmayan Anadolu halk kitleleri, yeni döneme sadece kültürel temelde ve geleneksel yapının dönüştürülmesi ölçüsünde bir tepki gösterebilirdi.
2.
Tarihsel Bloğun mevcut devlet yapısını değiştirmek bakımından tarih planında iki hayati hamlesi olmuştur. Bunların ilki 1908 Devrimidir. Tarihsel Blok belirttiğim bu kadroyla Sultan Abdülhamit Hanı devirmiş ve ‘hürriyet’i ilan etmiştir. İkincisi, aynı kadrolar aynı zihniyetle ve aynı mekanizmayı kullanarak 1923 Devrimini gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte 1923 ve sonrasının 1908’le mukayese edildiğinde çok önemli bir farkı vardır ki, o da İttihatçıların başlattığı ve bir yere kadar kurduğu, devrimin taşıyıcı sınıfıyla bütünleşmek ve onu güçlendirmektir. Daha doğrusu devrime bir taşıyıcı sınıf inşa etmektir. Batıda burjuvaziye veya proleteryaya ait olmasına mukabil bizdeki her iki modernleştirici devrim de toplumsal bir sınıfa ait değildir. Olduğu kadarıyla burjuvazinin beklentilerine cevap verir ve öncelikle onlar tarafından benimsenir ama devrimi onlar gerçekleştirmemiştir. Devrimi fiilen gerçekleştiren öncelikle ordu yani askerlerdir.
İttihatçıların devrim sonrasındaki en önemli çabalarının yerli/milli bir burjuvaziyi hazırlamak olduğunu çok sayıda inceleme açıkça gösterir. Bilhassa Zafer Toprak’ın artık klasik kabul edilen kitabı bu bakımdan aydınlatıcıdır (Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918). Kara Kemal’in önderliğinde sürdürülen milli burjuvazi oluşturma faaliyetleri kurulan anonim şirketler aracılığıyla merkezde (İstanbul) ve taşrada (Anadolu) bir hayli güçlenmiştir. Bununla birlikte o burjuvazinin öncesinde Anadolu’da devrimin payandası İstanbul’da eğitim görmüş serbest meslekle uğraşan kişilerdir (avukatlar, doktorlar, eczacılar...). Devrim, üst orta sınıflar tarafından taşınmıştır ama o elbette zayıf bir halkadır. (Bu konu hala hemen hemen hiç ele alınmamıştır. Bugün de neredeyse tek kaynak Kudret Emiroğlu’nun Anadolu’da Devrim Günleri II. Meşrutiyet’in İlanı isimli kitabıdır.)
Aynı çaba Cumhuriyet dönemi için de geçerlidir ve halkayı Cumhuriyet yönetimi güçlendirir. Atatürk’ün 1927 yılında, 1919’daki ayrılışından sekiz yıl sonra ilk kez geldiği ve bir daha hiç ayrılmadığı İstanbul’da yaptığı en önemli iş o güne kadar gerçekleştirdiği inkılapları (en önemlisi Padişahlığın ve Hilafetin lağvı, Cumhuriyetin ilanı ve hukuk inkılabının (Medeni kanun) kabulüdür) o günden sonra gerçekleştireceği daha da önemli bir inkılabı (harf inkılabı-1928) İstanbul’daki burjuvaziye emanet etmesidir.
Bu kaçınılmazdır. Çünkü Anadolu’daki burjuvazi İttihatçılık üstünden gelen bir refleksle 1923 Devrimini sahiplenmiş ve taşımaktadır. Fakat ekonomik güç bakımından yetersizdir. İstanbul (ve İzmir) burjuvazisi ise hem dünyayla bağlantılıdır hem de ekonomik açıdan güçlüdür. Ayrıca Levanten ve komprador yapısı ve iş ve eğitim ilişkileri nedeniyle Batıyla özdeş olduklarından yeni devletin temel ideolojisiyle (Batılılaşma) kültürel olarak örtüşmektedir. Çünkü, mevcudiyetleri esasen 1839 sonrasındaki Tanzimat Batılılaşmasıyla sağlanmıştır. Cumhuriyet rejimi onlarla bütünleşerek evvela sınıf bütünlüğünü sağlamıştır. Ardından yine inkılapların taşıyıcısı olarak bürokrasiyi görmüş ve onu oluşturmuştur. Üçüncü unsur eğitim yoluyla kontrolü altında tuttuğu, yetiştirip biçimlendirdiği gençliktir. Ayrıca tüm bu koşullara rağmen ‘imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz’ diyerek korporatist, sınıf olgusunu dışlayan bir toplum yapısı inşa etmiştir. Böylece klasik Tarihsel Blok ekonomik ve sosyal zeminini bulmuştur.
Tarihsel Blok niteliği gereği yukarıdan aşağıya inen bir modernleşme anlayışıyla bütünleşmiştir. Tarihsel olarak ve hiçbir şekilde sivilleşmemiş, sivil toplum denebilecek hiçbir yapıya sahip olmayan hatta klasik anlamıyla ‘toplum’ da olmayan Anadolu halk kitleleri, yeni döneme sadece kültürel temelde ve geleneksel yapının dönüştürülmesi ölçüsünde bir tepki gösterebilirdi. Laiklik ve ‘yeni din’ bağlamında atılan adımlar (özellikle Ezanın Türkçe okunması, din eğitimin kaldırılması, Hacca fiili olarak gidilememesi) bu tepkiyi olumsuzlaştırmıştır ve yeni rejimin en önemli işlerinden biri, söz konusu tepkiyi kırmak, bunu da öncüleri aracılığıyla sağlamaktır. Öncüler Halkevleri içinden gelişen, Milli Eğitim müfredatıyla şekillenen gençliktir. O gençlik içinden inkılabın propagandasını resmi olarak yayınlanmış bir yönerge doğrultusunda yapacak Halk Hatipleri çıkacaktır. Bürokrasi ve aydınlar görevlerini zaten icra ve ifa etmektedir. Köylünün eğitilmesi düşüncesine ise çok geç gelinmiştir ve Köy Enstitüleri ancak 1940’da kurulmuştur. Köy Enstitülerine başka bir anlam yüklemek gereksizdir. Köylü KE mezunları tarafından eğitilecektir. Devlet buna ihtiyaç duymaktadır, çünkü hem köylülüğün en geri kalmış toplumsal sınıf olduğunun bilincindedir hem de 1920 ekonomik buhranı neticesinde ve ertesinde köylülük alabildiğince ezilmiş, devletle kopuşmuştur.
Ordu modernleşmesi Türkiye’de ‘devletin kurtarılması’ı, devletin ordu aracılığıyla kurtarılmasıdır. Bu muhakemenin subjektif yanını ise ordu yenileşmesinin devleti kurtaracak ve Osmanlının yeniden güçlü olduğu dönemlere dönmesini sağlayacak bir hamle olarak başlamasıdır.
3.
Bütün bu özellikleriyle CHP’nin bir ‘halk partisi’ olduğunu iddia etmek olanaksızdır. Altı Oktan birisini meydana getiren ‘halkçılık’ çok farklı zeminlere oturan bir kavramdır. Muhakkak ki, 1923 Devriminin ‘halkçı’ emelleri mevcuttur. Ama devrimi halk gerçekleştirmediği gibi devrimi taşıyan da halk değildir. CHP çok açık bir şekilde Tarihsel Blokla bütünleşmiş, daha sonra ‘zadegân’ veya ‘bey-ağa takımı’ diye anılacak (özellikle vurgulayan, TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’dır) sınıflara dayanmıştır. Ortadaki yapı çok ilginç bir şekil almıştır. Bey-ağa takımının verdiği desteğin ve kurulan beraberliğin ‘devlet korkusu’ndan kaynaklandığı açıktır ki, CHP destekçilerinin ‘mütegallibe’ (galip gelenler, zorbalar, üstünlük taslayanlar, hâkim sınıflar) olarak nitelendirilmesinin nedeni tamı tamına budur. CHP, Anadolu’da ve bilhassa Anadolu halkının/köylüsünün gözünde ‘tecebbür’ (cebir, şiddet) uygulayan bir siyasal sınıf olarak görülmektedir. 1930 sonrasındaki ekonomik bunalımın ve 1940’lardaki savaş ekonomisinin köylüye dönük baskısı o kesim tarafından ‘tek siyaset’ olarak görülmüştür. (Bu konuları Türk Siyasetinin Yapısal Analizi adlı kitabımın 1923-1960 başlıklı ikinci cildinde ayrıntısıyla irdelemiştim.)
Özellikle Güneydoğu Anadolu’daki CHP desteğinin bu ilişki içinde kurulduğu kanıtlanmış gerçektir. 1960 sonrasındaki solun yani TİP’in ve Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın belirttiğim gibi CHP’yi ‘zadegân, bey ağa takımının partisi’ olarak ilan etmesi bu gerçeğe dayanmaktadır. Bu bakımdan ve her şeye rağmen İttihat ve Terakki’nin bütün asker geleneğine ve darbeci geçmişine rağmen daha çok sivillerin, Kemalist hareketi ise askerlerin çabası olarak gören Aykut Kansu gibi tarihçilerin değerlendirmeleri önemlidir.
Böyle bir inkılap yapısı içinde veya tersinden söylersem inkılapları sahiplenip taşıyacak böyle bir yapı içinde asker kendisini ayrıştırır ve her şeyin sahibi sayar. Kendisini öncü olarak görür. Bir tarih gerçeğine de dayanan o öncülüğün önemli bir nedeni Osmanlı-Türk modernleşmesinin asker/ordu çekirdekli bir modernleşmeyle başlamasıdır. Transfer yoluyla modernleşme dediğimiz uzun erimli dönüşüm kültürün ve teknolojinin transferidir. Son Osmanlı döneminde kültürel transfer Batılılaşmadır, Batılı kurumların ülkeye taşınmasıdır. Teknoloji transferi ise ordunun yenilenmesidir. Sonunda her teknoloji kendisine ait bir ideoloji üretir. Bu sosyolojik gerçek içinde ordu modernleşmesi Türkiye’de ‘devletin kurtarılması’ı, devletin ordu aracılığıyla kurtarılmasıdır. Bu muhakemenin sübjektif yanını ise ordu yenileşmesinin devleti kurtaracak ve Osmanlının yeniden güçlü olduğu dönemlere dönmesini sağlayacak bir hamle olarak başlamasıdır.
Esasen DP temel ilkeler söz konusu olduğunda CHP’den hiçbir şekilde farklı değildir. Kurucu ve yönetici kadro tamamen CHP yıllarında yetişmiştir ve onunla tam bir özdeşlik içindedir.
4.
Söz konusu bloğun iki tarihsel hamlesinin (1908 ve 1923) bir sonucu var. Her iki hamle de ülkede belli bir modernleşmeyi sağlamıştır ama o modernleşme Batıdaki modernleşmenin sahip olduğu iki önemli nitelikten yoksundur. Birincisi, Batı modernleşmesinin sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkmasıdır. Osmanlı/Cumhuriyet modernleşmesinde kitlesel bir sanayi devrimi asla söz konusu değildir. İkincisi, sanayi devriminin getirdiği yeni sınıfların Osmanlıda çok az, çok cılız şekilde teşekkül etmesidir. Büyük tarihçimiz Prof. Mete Tunçay’ın özellikle Türkiye’de Sol Akımlar adlı çalışmasının ve diğer yapıtlarının ortaya koyduğu gibi son dönem Osmanlı'daki sanayileşmeye bağlı olarak bir işçi sınıfı doğmuştur. Fakat, o işçi sınıfı hem geç dönem polis/devlet takibatı altındadır hem de çok güçsüzdür. Aynı şey erken Cumhuriyet dönemi için de geçerlidir. Cumhuriyet, muhtemelen Osmanlı işçi hareketlerinden önemli ölçüde etkilenmiş olarak erken bir tarihte Çalışma Kanununu çıkarmıştır. Öte yandan, işçi sınıfının kendisine ait bir siyaset üretmesini şiddetle bastırmıştır. Erken dönem Cumhuriyet, 1924 ve 1927 tutuklamalarının da gösterdiği şekilde bütünüyle sol karşıtı bir dönemdir.
Sanayi devriminin ve işçi hareketlerinin Avrupa’da 1848 olaylarını doğurduğunu bir daha anımsamak gerekir. 1848 hareketleri Avrupa’yı alt üst eden bir kasırgadır ve geride çok önemli iki miras bırakmıştır: sosyalizm ve demokrasi. İkisi birbiriyle örtüşür veya örtüşmez, ikisi iki ayrı koldan gelişen iki ayrı harekettir veya değildir tartışmalarının yeri burası değildir.Ama, işçi sınıfının bir kitle olarak geliştirdiği talepler, kadınların oy hakkına kavuşma çabası, işçi partilerinin doğması neticesinde liberal özgürlükler temeline yaslanan bir demokrasi anlayışının genişletilmesi ve ‘sosyal demokrat’ bir anlayışa geçilmesini sağlamıştır. İşçi sınıfının mevcudiyeti bu dönüşümün altyapısıdır. Ayrıca demokrasi daima bir sınıf mücadelesidir. Liberal demokrasi burjuvazinin sınıf mücadelesiyle doğmuştur ve arkasında en az Marx’ın ve diğer Marksist düşünürlerin işçi sınıfı için ürettikleri kuramsal birikim kadar büyük bir birikim vardır.
Bütün bu tarih, siyasal modernleşmenin, bizde daima gözden kaçırıldığının, gizlendiğinin tersine, çok ciddi bir sınıf savaşları tarihi olduğunu gösteriyor. Osmanlı/Cumhuriyet modernleşmesi ise dipten gelen bir mücadeleye bağlı olmadığı ve transfer yoluyla temellendirildiği için devlet, Batıda sınıf mücadeleleri sonunda elde edilmiş hakları kendi süzgecinden geçirerek ülkeye taşımıştır. Bu hareket tarzı aynı zamanda devletin her şeyin sahibi olması ve kendisinde her türden hak görmesi demektir. Ankara Valisinin ‘ülkeye komünizm gerekiyorsa onu biz getiririz, siz işinize bakın’ yolundaki sözleri bire-bir bu anlayışın bir uzantısıdır. Böylelikle aslında sivil alana yani topluma ait olması gereken siyaset alanı devletin ve onunla özdeşleşmiş kendisini onun kurucusu yahut kurtarıcısı yahut savunucusu olarak görmüş kurumların/çevrelerin denetimi altında kalmıştır.
Tarihsel Blok, 1923 Devrimini gerçekleştirdikten sonra 1950’ye kadar, siyasetsiz siyaset sürdürmüştür. Anadolu kalkınmasını geriye itmiş, kendisiyle bütünleşmiş burjuvazinin taleplerine uygun şekilde, büyük kentlerdeki tabanının daha da güçlenmesi için çalışmıştır. Kendi mantığı açısından tutarlıdır. Büyük kent çevrelerinin sermaye sahibi olmasıyla ve yetişmiş insan gücünü sağlamasıyla güçlenecektir. Yüzünü Anadolu’ya çok daha sonra dönmeyi kurgulamaktadır. 1938-1945 arasında yayılan İkinci Dünya Savaşı sırasında köylü nüfusun silah altına alınması neticesinde bilhassa tarımda yaşanan muazzam gerileme, gelir seviyesindeki düşüş, küçük köylülüğün tamamen dışlanması, o çevrenin (taşranın veya daha genel ve gevşek bir kavramla halkın) siyasette bir özne olmasını büsbütün erteleyip geciktirmiştir.
Şimdi ise, 1950’de, halk, hala bir ekonomik özne değildir ama siyasal öznedir ve ortada doğru kurulmuş bir denklem vardır. DP iktidarı, CHP’nin son döneminde küçük köylülükle barışma umudu ve çabası içinde getirdiği Çiftçiyi Topraklandırma Kanuna bizzat CHP içinde muhalefet eden bir kesimin de katkısıyla kurulmuştur ama, büyük toprak mülkiyetini muhafaza altına alsa bile, Marshall Planı gibi imkanları kullanarak Anadolu (taban) halkıyla, onun kendisini desteklemesine hem karşılık olacak hem o desteğe süreklilik sağlayacak şekilde yeni bir ilişki kurmaktadır. Böylece, ekonomik özne olmadan önce siyasi özne olan halk yığınları DP'yle, CHP’nin çok ihmal ettiği bir kesim olarak doğrudan irtibat kurmakta ve onun elitist bir siyasetten popülist bir siyasete yönelmesini zorlamaktadır.
Esasen DP temel ilkeler söz konusu olduğunda CHP’den hiçbir şekilde farklı değildir. Kurucu ve yönetici kadro tamamen CHP yıllarında yetişmiştir ve onunla tam bir özdeşlik içindedir. Bayar’ın, Menderes’in, Zorlu’nun, Polatkan’ın CHP’yle ne sorunu olabilir? (Nitekim, o kurucu kadronun DP’de işleyen damarı zamanla büsbütün gelişecek, ‘sağ’ siyaset daha dinsel ve taşra temelli bir anlayışa yöneldiğinde eski DP’nin ve o kökten gelen AP, ANAP gibi partilerin elit kadroları geçmişlerini tamamen bırakarak CHP’yle bütünleşecektir).
Darbe, Tarihsel Blokun, CHP’yi, bilhassa Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet Paşayı (İnönü) yanında saymasıyla 27 Mayıs günü gerçekleştirilir. Cemal Gürsel, İnönü’nü arayarak sözlerini "bir peygamber buyruğu olarak kabul edeceklerini’ bildirir. Bu açıklama yeteri kadar önemlidir ve birçok gizi aydınlatmaya yeterlidir.
5.
DP, genç subayların gözünde büsbütün lanetlenmesine yol açan iki hata yapmıştır. 1957 sonrasında attığı büyük adımların neredeyse tamamı yanlışlarla yüklü olan bu parti yine de dini yeniden kamusal alana taşımakla, ona o alanda görünürlük kazandırmakla Tarihsel Bloğun gözünde asıl yarasını almıştır. Ezanın tekrar Arapça okunması (ezanı Türkçeleştiren dönemin en önde gelen şahsiyeti Bayar bu yasayı Cumhurbaşkanı olarak imzalamıştır. Türkçe ezan günlerinde, Bayar, Atatürk için, ‘Atatürk, seni sevmek milli ibadettir’ demekteydi.) Hacca gidişin serbest bırakılması, İmam Hatip Okullarının açılması. Kuran kurslarının serbesti kazanması Atatürkçü genç subayları çileden çıkaran, ‘laiklik karşıtı’ davranışlar olarak kayıt altına alınmıştır. Fakat bilinmeyen ya da görmezden gelinen bazı gerçekler de vardır. İnönü, ezanın yeniden Arapça okunmasını öngören kanun tasarısının oylamasına katılmamış, grubunu serbest bırakmıştır. Tasarı CHP’den oy almıştır. Ayrıca, din kökenli birçok hamle yine İnönü döneminde CHP’de, 1938 sonrasında başlatılmıştır.
İkinci büyük hata, DP’nin CHP’ye dönük girişimleridir. Gerçekten anlamsız bir şekilde Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasını, CHP mallarının hazineye irat kaydedilmesini, doğrudan CHP’yle ilgili olmasa bile muhalif basının sesini susturmak için düşünülmüş İspat Hakkı tartışmalarını Tarihsel Blok kendi üstüne gelen bir hareket olarak görmüştür. Bu hareketlerin odağında CHP’nin bulunduğunu düşünmüştür. CHP, o kesimin zihninde bir siyasal parti olmaktan daha ötede anlamlar taşımaktadır. Ona dönük her türden girişim yine o kesimin kolektif hafızasında farklı yönelimler içermektedir.
Buna karşılık 1954’ten beri örgütlenen darbenin ilk hamlesi ordunun değildir. Öğrencilerindir. İktidarın askeri ve polisi öğrencinin üstüne kışkırtması çatışma ortamını yaratınca ordu içindeki darbe kanadı devreye girmiştir. DP’nin adım adım diktaya yöneldiği, halkçılık-popülizm yaklaşımıyla aydınlara karşı tutumunu keskinleştirdiği 1957 sonrası dönemde, ordu-aydınlar koalisyonu gençleri yanına hareketli güç olarak katmıştır ki, 1960 sonrasında hala ‘tamamlanmamış' (!) bir darbe ve devrim düşüncesiyle hareket eden Avcıoğlu çevresi (İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Çetin Altan) bu odakları ‘zinde güçler’ diye nitelendirecektir. Taşra tüm bu oluşumlara sırtını dönmüştür. Meydana gelen ittifakları zaten mevcut olan bir tarihsel koalisyonun kendisini dışlayan yeni gelişmeleri olarak izlemekte ve 1961 ve 1965 seçimlerinin kanıtlayacağı şekilde DP’ye taban desteiğini sürdürmektedir. (Taşranın DP hareketiyle ilişkisini en iyi şekilde yansıtan roman Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken adlı romanıdır. Halkla CHP’nin çatışması ise yine Buğra’nın Küçük Ağa romanlarında izlenebilir.)
Darbe, Tarihsel Bloğun, CHP’yi, bilhassa Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet Paşayı (İnönü) yanında saymasıyla 27 Mayıs günü gerçekleştirilir. (Cemal Gürsel, İnönü’nü arayarak sözlerini "bir peygamber buyruğu olarak kabul edeceklerini’ bildirir. Bu açıklama yeteri kadar önemlidir ve birçok gizi aydınlatmaya yeterlidir. Gerçekten de 27 Mayıs öncesinde DP’nin CHP'yle çatışmasında ve bilhassa genel başkanına dönük tedbirlerinde askerin erinden komutanına kadar İnönü’ne gösterdiği saygı olağan bir siyasal parti genel başkanına duyulan saygının çok dışındadır. Ordu, eski Cumhurbaşkanını neredeyse kendisini kuran tarihsel bir savaşın, İstiklal Harbinin Cephe Komutanı olarak görmektedir. İnönü, o çevrenin gözünde kendi tarihsel lideri Atatürk’ün uzantısıdır. İnönü, ‘tarihsel şahsiyet’ kültünün anıtsal örneği konumundadır. İnönü, bu büyük itibarını ve kurmaylık zekasını daha sonra ortaya çıkacak gelişmeleri ve Talat Aydemir cuntalarını alt etmekte kullanacaktır ki, o hamleleri yakın dönemin en büyük siyasal başarıları arasında sayılmalıdır.
Gerçekleştirilmesini izleyen dönemde darbeci kadrolar ve ideolojileri bakımından çok ciddi birkaç gelişme yaşanır. Bunların ilki, daha önce değindiğim Silahlı Kuvvetler Birliğidir. SKB İstanbul’da kurulmuştur ve açık şekilde 15 Ekim 1961 günü yapılan seçim sonuçlarına karşıdır. Kesin bir karşı tavır alır ve seçim sonuçlarının kabul edilmeyeceğini kararlaştırır. Buna bağlı olarak İstanbul’da yapılan ve siyasal tarihe 21 Ekim (1961) Protokolü olarak geçen metinde bu husus üç maddede açıkça belirtilir:
a) Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra, gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmadan evvel, duruma fiilen müdahale edecektir.
b) İktidarı, Milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecektir.
c) Bütün siyasi partiler faaliyetten menedilecek, seçim neticeleri ile Millî Birlik Komitesi feshedilecektir.
d) Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961'den sonraki bir güne tehir edilmeyecektir.
Son maddeye göre Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı ikna edilerek 25 Ekim günü darbe yapılması mukarrer hale getirilmiştir. Protokolün bir benzeri ertesi gün Ankara’da hazırlanıp imzalanır ve 22 Ekim (1961) Mürted Protokolü olarak tanımlanır. Ne var ki iki gelişme bu hareketi durdurur. Birincisi, 24 Ekim günü Çankaya’da yapılan zirvedir. Tüm komuta kademesinin ve siyasi parti genel başkanlarının bulunduğu toplantıda İsmet İnönü,generallere, yaptıklarının yanlış olduğunu, seçim sonuçlarını kabul etmemek gibi bir anti-demokratik tutumun karşısında olacağını ilan eder. Buna bağlı olarak tüm siyasi parti genel başkanlarının imzalayacağı bir protokolde uzlaşılır. Buna göre ‘af çıkarılmayacaktır, Cemal Gürsel CB seçilecektir, Eminsu’lar orduya geri dönemeyecektir. Darbe önlenmiş fakat parlamentonun ve siyasetin iradesi askerin gölgesi altında kalmıştır.
Bu kısa tarihin ortaya koyduğu (ve sıralanabilecek daha birçok olay) ordunun ikiye bölündüğünü gösterir. Buna göre ordu siyasal rejimle mutabık olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılmıştır. Gücünü yitiren ve 27 Mayıs darbesini gerçekleştirmiş olan MBK parlamenter sistemden yanadır. Onu aşan ve kontrolü altına alan SBK ve daha önce MBK içindeki 14’ler ordunun yönetim sürekliliğinden yanadır. Ordunun yönetimde daimi olması veya yönetimi sivillere bırakması birbirinden önemli ölçüde ayrışan iki farklı taleptir. Fakat, buradaki ana nokta, ordunun yönetimden çekilirken devleti ne derecede ve hangi ölçütlere göre yeniden kurgulayacağı ve kuracağıdır. 27 Mayıs’ın asıl meselesi budur.

Yorum Yazın