İnsanlığın evrensel ilkeleri, gücü tanrılaştırmayı da, “güç zehirlenmesi”ni de reddeder. İşte bu nedenle kamunun gücünü, babamızın oğluna bile şartsız teslim etme vurdumduymazlığından vaz geçmemiz gerekiyor. Her koşulda açık, şeffaf ve hesap verebilir olmayı savunmamız da öyle… Bu ilkelerin uygulanabilir olması için demokratik katılımcı bir yönetim modeline titizlikle sarılmak gerekiyor. Demem o ki “önce zihinsel prangaları kıralım; sonra atarız kamburları sırtımızdan”.
Siz de, çeyrek asra sığacak ulusal ve uluslararası pek çok şeyin, aynı anda gerçekleştiği bir dönemeçten geçtiğimizi düşünüyor musunuz? CHP Kurultayına yönelik rüşvetle delege avı iddialarıyla CHP’li belediyelere yönelik operasyonlar at başı gitmesi de bunu gösteriyor.
Tam “acaba mı?” sorusunu soracak oluyoruz ama hemen “iktidarın seçimle alamadığı belediyeleri operasyonlar ile almanın bir yöntemi olabilir mi?” acı gerçeği gelip buluyor bizi. Hele hele Gaziosmanpaşa belediye başkanının alınıp, yerine bir AKP’linin seçilmiş olması, operasyonların nedeni hakkındaki algılarımızı da pekiştiriyor.
Bu kadar mı?
CHP Kurultayı hakkında dava açılmış olması da bu algıyı tahkim edecek tarzda ilerliyor. Önceki genel başkan ile mevcut genel başkanın bir araya gelip, savuşturmaları mümkün olan bir süreci, iki tarafın trolleri ve iktidara yakın kalemlerin kışkırtmalarıyla çıkmaza doğru sürüklendiğini yalnız ben mi görüyorum?
Böyle bir ortamda CHP il başkanlarının, “sonucu kabul etmiyoruz” türünden açıklamalarının, bütün iyi niyetlerine rağmen sonuç alıcı olmadığı gerçeği de ha keza…
YÜZÜK NEREDE KAYBOLDU?
Sizin de aklınıza Nasrettin Hoca fıkrası gelmiyor mu?
Hani şu Hocanın bir şeyler aradığını gören komşularının “hocam ne arıyorsun öyle?” diye sordukları soruyla başlayan fıkra…
Fıkranın devamı şöyle:
Hoca demiş ki “yüzüğümü kaybettim, onu arıyorum”.
“Nerede kaybettin?” diye tekrar sormuşlar; hocanın yanıtı, “kömürlükte” şeklinde olmuş.
“Eee be hoca” demişler; “kömürlükte kaybettiğin yüzüğü, niye burada arıyorsun?” diye soracak olmuşlar.
Hoca demiş ki, “orası karanlık, o yüzden burada arıyorum”.
Kıssadan hisse şudur ki çekilen bir operasyonsa o operasyonu bertaraf etmek için “yüzüğün kaybolmasına vesile olan” iki ismin bir araya gelmesi ve birlik görüntüsü vermesi şarttır. Çünkü CHP’nin içine itildiği kaos, CHP’nin ve hatta Türkiye’nin sınırlarını aşacak gelişmelerle de ilintili olduğu görülmektedir.
Nedir o gelişmeler?
Onlardan biri, İran-İsrail füze savaşlarıdır. Açıkça görülüyor ki bu savaş, bir yanıyla İsrail’e, Gazze’de, insanlığa karşı işlediği suçları unutturacak bir çıkış, İran’a da, küresel güçlere kafa tutmanın bedelini ödetme amacını taşıyor. ABD’nin de sürece dahil olmasıyla birlikte ortaya çıkacak sonucun Türkiye’yi çok yakından ilgilendireceği de görülüyor. Küresel güçler açısından, CHP gibi köklü ve güçlü bir muhalefet partisinin mecalsiz hale getirilmesi, bölgede, Türkiye’yi de kapsayacak derinlikli bir operasyonun uygulanması için ön şart olarak görülmüş olabilir.
CHP’nin mecalsiz bırakılması senaryosunun bir diğer parçası da, belediyelere yönelik operasyonların ulaştığı boyuttur. “Kent uzlaşısı” iddiasıyla başlatılan operasyonların, iktidar açısından “çok tanıdık” olan rüşvete kadar uzanmış olması da açıklanmaya muhtaç bir seyir izlemektedir.
Kökeni 12 Eylül’e uzanan “zihinlerin fethi”, bir ideolojik hegemonyaya dönüşmüş ve o ideolojik hegemonyanın mottosu da, “ben mi kurtaracağım bu memleketi?” sorusuyla karşılık bulmuş durumdadır.
KİM, SELDEN KÜTÜK KAPMAK DERDİNDE?
İktidar açısından açıklanması gereken pek çok açmaz var elbette ama ben bu yazıda, dikkatleri CHP’nin belediyecilik tarzına çekmenin yararlı olacağına inanıyorum. Işıklar içinde olsun, kendisiyle uzun süre çalışma olanağı bulduğum Doğan Taşdelen, Çankaya Belediye Başkanı iken söylediği iki söz hiç aklımdan çıkmaz.
İlk sözünü, kendisini de dâhil ettiği ama esas olarak Nurettin Sözen gibi belediye başkanlarını anlatmak için kullanırdı.
Şöyle derdi:
“Bazı insanlar balık gibidir; binlerce yumurta bırakırlar ama kimse onların yumurtladığını fark etmez bile. Biz balık gibiyiz” derdi. Devamında da derdi ki “bazıları da tavuk gibidir; yumurtlar yumurtlamaz bütün dünya âleme duyurur”.
Haksız da değildi; İstanbul’un gününü rahatlatacak, geleceğini güvence altına alacak pek çok hizmet üretmesine rağmen, Sözen Hoca, İSKİ Genel Müdürünün “aşk üçgeni” karşısında hükmen yenik sayıldı ve aday yapılmadı. İstanbullu da, biraz da protesto edercesine, oyunu, böle parçalaya, götürüp attığı sandıktan çıkanlar, yıllarca Sözen Hoca’nın pişirdiği, fırsat verilmediği için servis edemediği yemeği yediler ve daha yumurtlamadan, yumurtladığını dünya aleme duyuracak şekilde davranmışlardı.
Bugün hala o sürecin devamı yaşanıyor.
Bu açıdan bakılırsa Taşdelen’in bu tespiti, iyi bir iletişim için çubuğu sağa da, sola da fazla bükmemek gerektiğini anlatır ve biz iletişimciler için kulağa küpe olacak cinstendir. Olup biteni sıradanlaştırmak da, abartmak da; “selden kütük kapma sevdasına düşmek” de, kabul edilemez.
Taşdelen’in ikinci sözü ise “her gizlilikte bir ahlaksızlık vardır” sözüdür; açıklığı, hesap verebilirliği ve katılımcı yönetim modelinin önemini vurgulamak için kullanırdı. Kent konseyleri henüz yasal değilken başkanlık yaptığı onun zamanında, özellikle Karayalçın’ın teorik ve uygulamalı katkılarıyla takip eden ilk dönemde, en az altı ayda bir hesap verme toplantıları yapar; çeşitli toplumsal kesimleri doğrudan bilgilendirirdik. Toplantılarda çıkan sonuçları da belediye meclislerine taşır; karar haline dönüşmelerini sağlanırdı.
Farkındayım; sahip çıkanı olmazsa kavramlar iğdiş edilebilir; kullanıla kullanıla etkisiz hale dönüştürülebilir. Nitekim, başta katılımcılık olmak üzere söz konusu kavramlar, halktan ilgi görür hale gelince iktidar, Kent Konseylerini yasalaştırdı. İstisna örneklere haksızlık yapmadan diyebilirim ki takip eden süreçte ne yazık ki kavramların içi boşaltıldı. Katılımcılık “hoş bir sada” halini aldı.
Yenik düşen yalnızca bir belediyecilik modeli midir?
Hayır elbette; aynı zamanda toplumsal zihinsel süreçler de payını almıştır bu durumda.
Kökeni 12 Eylül’e uzanan “zihinlerin fethi”, bir ideolojik hegemonyaya dönüşmüş ve o ideolojik hegemonyanın mottosu da, “ben mi kurtaracağım bu memleketi?” sorusuyla karşılık bulmuş durumdadır.
Acaba bu ülke, izleri 12 Eylül’e kadar uzanan ve Çinlilerin, bu durumu anlatmak için “rüzgar esiyorsa, kamışın görevi, onun karşısında eğilmektir” sözünde olduğu gibi kamunun gücünü teslim ettiklerine karşı sessizliği tercih eden bir zihinsel kuşatmanın tesiri altında olabilir mi?
MESELE, YALNIZCA BİR POLİTİK ÖFKEDEN Mİ İBARET?
Bu soru, zihnine üşüşen düşünceleri kovmak için kullanılan kalkan niteliğindedir ve yanıtıysa “inceldiği yerden kopsun” şeklinde verilir.
İnceldiği yerden kopar ve Fatih Altaylı gibi her sözüyle iktidarı tahkim ede biri bile gözaltına alınacak hale gelir. Varın gerisini siz düşünün.
Neden? Çünkü göstermelik şeffaflık gösterilerine, hesap verebilirlik oyunlarına ve dostlar alışverişte görsün katılımcılığına sesimiz çıkmadığı gibi istisna olması gereken tutuklama halinin kurala dönüşürken de sesimizi çıkarmamışızdır. Ve elbette bu “ses çıkarmama hali” toplumsal reflekslerin zayıflamasına neden olmuş; toplumsal algılama yeteneğimizdeki kayıp, belediyelere yönelik operasyonlardan da anlaşılacağı üzere, bir bilinmezin kapısına kadar gelmesini de seyreder olmuşuz.
“Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözüne mucit olanların, çalıştıkları halk nezdinde kabul görenlere yönelik gerçekleştirdikleri operasyonların bir tek nedeni var.
Politik öfke denilebilir buna. Çünkü yapılan kamuoyu araştırmaları, halkın, başkanlara yönelik operasyonların mevcut iktidarın, iktidarını sürdürmek, gücünü tahkim etmek için yaptığını düşündüğünü gösteriyor.
“Madem halk böyle düşünüyor; o halde neden yalnızca politikleşmiş güçler itiraz etmek için sokağa çıkıyor?” diye sorulabilir.
Bu sorunun yanıtı, kamunun gücünü bir kişinin eline teslim edip, bir sonraki seçime kadar kenara çekilme anlayışını egemen kılan yönetme anlayışında aramak gerekir.
Acaba bu ülke, izleri 12 Eylül’e kadar uzanan ve Çinlilerin, bu durumu anlatmak için “rüzgar esiyorsa, kamışın görevi, onun karşısında eğilmektir” sözünde olduğu gibi kamunun gücünü teslim ettiklerine karşı sessizliği tercih eden bir zihinsel kuşatmanın tesiri altında olabilir mi?
Hepimiz kapitalizmle birlikte de bir maliyet unsuru olarak hesaplamaların içinde olan haksız kazanç elde etme yöntemlerinin de, “adam ayartmalar”ın da, insanın insana yabancılaşmasının da rüşvetle birlikte bu sistemin kopmaz bir parçası haline geldiğini biliyoruz.
Bilmek, kabullenmek anlamına gelmez. Bildiğimizi bilincimizde açığa çıkarmak; bilincimizde açığa çıkan olumsuzluklara yüksek sesle itiraz edeceğiz. İtirazımızı, insanlığın evrensel ilkelerine dayandıracağız.
İnsanlığın evrensel ilkeleri, gücü tanrılaştırmayı da, “güç zehirlenmesi”ni de reddeder. İşte bu nedenle kamunun gücünü, babamızın oğluna bile şartsız teslim etme vurdumduymazlığından vaz geçmemiz gerekiyor. Her koşulda açık, şeffaf ve hesap verebilir olmayı savunmamız da öyle…
Bu ilkelerin uygulanabilir olması için demokratik katılımcı bir yönetim modeline titizlikle sarılmak gerekiyor.
Nerede?
Kamu gücünü kullananlarla o güçten yararlanarak rant elde etmek isteyenlerin işbirliğini boşa çıkartmak, “çalışıyorlar ama çalıyorlar” sözünü “çıkrık ve tunç baltanın” yanına göndermek için evde, okulda, sokakta, işyerinde, yönettiğimiz belediyede, ülke için alternatif gösterdiğimiz parti dahil her yerde…
Demem o ki “önce zihinsel prangaları kıralım; sonra atarız kamburları sırtımızdan”.
Nazım’ın şu dizeleri de bunu anlatır:
“mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele…”

Yorum Yazın