Sanatın mimesis veya taklit olarak anlaşılması, sanatın güzelin icadı olarak kavramıyla çelişmez: mimesis, sanatçının gördüğünü kopyalamak değil, güzel parçaların karşılaştırılması ve seçilmesiyle güzel bir bütünün yeniden oluşturulmasıdır ve bu, artık ampirik değil, ideal bir doğadır.
Ege Yarımadası'nda ortaya çıkan yeni bir etnik unsur, zamanla Akdeniz prototarihinin kültürünü dönüştürerek ona özgün bir karakter kazandırmıştır. Kuzeyden gelen Dor topluluklarının artan istilası, batı kıyısındaki Helen halklarının doğuya göç etmesine yol açmıştır. Böylece Küçük Asya, doğaya duyduğu sıcaklıkla ve duygusal nüanslara olan duyarlılığıyla İyonya kültürünün merkezi haline gelmiştir. Bu özellikleriyle İyonya kültürü, sert biçimci katılık, simgesel ve soyut olana yönelme eğilimi gösteren Dor geleneğine belirgin bir karşıtlık oluşturmuştur.
Dor kültürü, MÖ 12. ve 9. yüzyıllar arasındaki "Helen Orta Çağı" olarak adlandırılan döneme egemen olmuştur. Bu dönemde seramik sanatında kapların biçimi gerilimli eğrilere sahipken, renk açısından sade süslemeler ve işaretler arasındaki aralıkların titizlikle hesaplanmasıyla neredeyse matematiksel bir düzen göze çarpmaktadır.
Dor ve İyon unsurlarının birleşimi, büyük Yunan sanatında soyut bir öncelikli düzen, simetri ve orantı ihtiyacının yanı sıra, sürekli yenilenen, bazen coşkulu ve dramatik bir yaşam deneyiminin bir arada bulunmasını açıklamaktadır. Arkaik dönemden klasik döneme, oradan da Helenistik akımların çeşitlenmesine kadar sanatın tarihsel gelişimi, Helen halkının kültürel ve siyasi bilincinin gelişiminden ayrı düşünülemez.
Yunan toplumu, daha ilk oluşumundan itibaren geniş Akdeniz uygarlığı içinde insanlık ile doğa arasında mükemmel bir dengenin olduğu düşüncesi üzerine kurulmuştur. Gerçeklikte, insan bilincinde tanımlanmayan ya da biçim kazanmayan hiçbir şey yoktur. Aristoteles, "politika"nın ilk aşamasının aile (oikìa), ikinci aşamasının köy (koinè), üçüncü aşamasının ise şehir (pólis) olduğunu açıklamıştır. Devletin yasaları bile doğal yasalara dayanırken, mantık ve bilimin, ahlak ve dinin temeli de doğaldır. Ancak bu, yaşamın durağan bir denge, bir durgunluk olduğu anlamına gelmez; aksine, yaşam, mükemmel bir "doğal" özgürlük durumuna ulaşma yönünde sürekli bir arayıştır.
Yunanistan, bu özgürlük ideali uğruna uzun süre Asya despotizminin son biçimi olan Pers İmparatorluğu’na karşı savaşmıştır. Bu tarihsel mücadele, aslında, mitolojik anlamda bilincin, tarih öncesi ve prototarihsel dünyanın üzerindeki korkularından kurtulma mücadelesinin devamıdır; bu dünya, tehditkâr doğaüstü güçlerle doludur.
Bu sürekli mücadelede –hem mitolojik hem de tarihsel anlamda– bilincin özgürleşmesi ve gerçekliğin berrak bir şekilde kavranması açısından plastik sanatlar, bir tanıklık olmanın ötesinde, temel bir unsurdur. En saf ve en mükemmel doğal fenomen olarak kabul edilen sanat, biçimlerinin açıklığı içinde doğanın ideal biçimini ve onun her türlü rastlantısal koşulun ötesindeki evrensel özünü açığa çıkarır. Bu anlamda, sanatın aktif ve yapıcı bir işlevi vardır: Filozofların düşüncelerine ve şairlerin esin dolu dehasına eşlik ederek, gerçeği şeylerin ötesinde değil, onların içinde arar ve bu gerçeğe ancak deneyimi aşarak değil, onu derinleştirerek ve berraklaştırarak ulaşılabileceğini gösterir.
Bu açıklama, aynı zamanda, klasik sanatın bize bir sınırlama gibi görünebilecek bir yönünü de anlamamızı sağlar: Neredeyse tek ve mutlak konusu olarak insan figürünü ele alması. Ancak bu, bir rastlantı değildir; çünkü insan figürü, tüm doğal biçimler arasında ideale en yakın olan, rastlantısal koşullardan en özgür olan olarak görülür. Yunan uygarlığı, doğanın derin anlamlarını kavrayarak onun biçimlerini idealize eder ve bu ideal biçimi, en saf haliyle insan bedeninde yansıtır.
Klasik Yunan sanatı olarak adlandırılan dönem, bu anlamda eşsizdir. Klasik sanat, tarihsel gerçekliği tam anlamıyla ifade edebilmek için tarihsel bir gelişim süreci içinde şekillenmiştir; yani sanatçının yaratım süreci, geçmiş deneyimin bilinçli bir şekilde kavranmasını ve mükemmeliyet hedefine yönelik bir bilinç taşımasını gerektirir. Bu yüzden Klasik sanat, köklerini geçmişte bulurken mutlak mükemmelliğe ulaşmayı hedefler.
Yunan Sanatının Tarihsel Gelişimi ve Klasik Dönemin Önemi
Yunan sanatının tarihsel gelişimi genellikle üç döneme ayrılır: Arkaik dönem (MÖ 7. yüzyıldan 6. yüzyılın sonuna kadar), Klasik dönem (MÖ 4. yüzyılın ortasına kadar) ve Helenistik dönem (MÖ 1. yüzyılın ortasına kadar). Bu şematik dönemlendirme, geleneksel evrimci anlayışı yansıtır; buna göre, Klasik dönem bir doruk noktası olarak kabul edilir, öncesinde bir hazırlık veya ilerleme aşaması, sonrasında ise bir gerileme ya da çözülme aşaması bulunur.
Ancak bu görüş kabul edilemez; çünkü her tarihsel dönem kendi içinde değerlendirilmelidir ve yalnızca diğerleriyle kıyaslanarak anlamlandırılamaz. Bununla birlikte, Klasik olarak adlandırılan merkezi dönem, o kadar yüksek seviyede eserler üretmiştir ki, sonraki kuşaklar tarafından mutlak mükemmellik örnekleri olarak benimsenmiş ve böylece bir sanat ya da estetik teorisinin temeli olmuştur.
"Klasik" terimi, nispeten yeni olup, 18. ve 19. yüzyıl teorisyenleri tarafından sanatsal formun mükemmelliğini, onun evrenselliğini ve değerinin sonsuzluğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Sanatsal form, mutlak ve evrensel olarak kabul edilir; çünkü bütünüyle bir dünya görüşünü içerir ve ifade eder. Sanatta tam ifadesini bulan bu dünya görüşü belirli bir Yunan uygarlığı dönemine ait olduğundan, Klasik sanatın evrenselliği tarihin ötesinde bir özellik değildir; aksine, onun tarihsel niteliğiyle özdeşleşir.
Bu nedenle, sanatın, tüm karmaşıklığıyla, tarihsel gerçekliği böylesine tam anlamıyla ifade ettiği başka bir dönem belki de yoktur; Klasik Yunan sanatı olarak adlandırılan dönem, bu anlamda eşsizdir. Klasik sanat, tarihsel gerçekliği tam anlamıyla ifade edebilmek için tarihsel bir gelişim süreci içinde şekillenmiştir; yani sanatçının yaratım süreci, geçmiş deneyimin bilinçli bir şekilde kavranmasını ve mükemmeliyet hedefine yönelik bir bilinç taşımasını gerektirir. Bu yüzden Klasik sanat, köklerini geçmişte bulurken mutlak mükemmelliğe ulaşmayı hedefler.
Bu doğrultuda, sanatçının yaratıcı süreci her zaman teorik ve programatik bir yaklaşımla bağlantılıdır; bazen bu yaklaşım, belirli kurallar veya biçimsel yasalar şeklinde ifadesini bulur.
"Kanun", mimaride, bölümler arasındaki ve her bir bölüm ile bütün arasındaki ölçüsel ilişkileri; heykelde ise insan figürünün farklı bölümlerinin birbirine oranını ifade eder. Ancak kanun, değişmez bir ikonografik şema ya da sürekli tekrarlanan bir imge türü değildir; aksine, parçalar arasındaki ve parçalar ile bütün arasındaki orantısal bir sistemdir. Bu anlamda, Yunanlıların gerçekliği, uyumlu bir bütün içindeki ilişkiler bütünü olarak görme anlayışını yansıtır. Aynı zamanda, bireysel varoluşun, insanın doğa, toplum ve ilahi olan ile kurduğu ilişki çerçevesinde anlam kazandığı düşüncesini de içinde barındırır. Kanun, sanatçının özgürlüğünü kısıtlamaz; tıpkı şiirdeki ölçü kurallarının, şairin yaratıcı ifadesini sınırlamaması gibi.
"Klasik" kavramı ile "klasisizm" kavramı ise net bir şekilde ayrılmalıdır. Klasisizm, Klasik sanatın model alınarak taklit edildiği dönemlere işaret eder. Klasisizmin sanat anlayışı, geçmişin sanatını model alması nedeniyle, sanatın güncel tarihsel gerçekliği ifade etme kapasitesine olan inancın eksikliğini de içinde barındırır. Ayrıca, sanatı tarihsel modellerin taklit edilmesine indirgemesi, Klasik sanatın özünde yer alan yaratıcı değerini de ortadan kaldırır.
Klasik sanatın temel içeriği ya da ana teması mitostur; ancak bu, onun Orta Çağ Hristiyan sanatında olduğu gibi kutsal ya da dini olduğu anlamına gelmez. Yunan tanrıları ve kahramanlarının tasvirleri, inananları eğitmek veya onları ibadete teşvik etmek amacı taşımaz. Dahası, bu imgeler tanrısallığın maddi birer tezahürü olarak da görülmez.
Kerényi, Yunan dininin bir vahiy sonucu ortaya çıkmadığını, aksine mitlerin yavaş yavaş oluşmasıyla geliştiğini açıklamıştır. Bu mitler, dünyanın kökeni ve insanlığın ilk maceraları hakkındaki sözlü, yazılı ya da görsel anlatılar şeklinde şekillenmiştir. Dolayısıyla, Yunan sanatındaki şiirsel veya plastik temsiller belirli bir teolojiye ya da teokratik bir toplumsal düzene bağlı değildir. Aksine, eski inançları ve bunların halktan halka değişen varyasyonlarını aktaran unsurlar olarak, kutsal ve tanrısal olanın duyusal bir form kazanmasını sağlarlar—bu form da mitostur.
Bu nedenle Yunan dini, bir hükümdarın veya rahip sınıfının otoritesiyle yukarıdan dayatılan bir inanç sistemi değildir; aksine, halkın etik anlayışının (ethos) bir ifadesi olarak aşağıdan yukarıya doğru gelişir. Polis’in (şehir devletinin) bir yansıması olarak, değişmez bir yasa değil, tarihsel olarak gelişen bir yapıdır.
İlk başta, insanın evrendeki kontrol edilemez güçler karşısındaki saygı ve korkusunu ifade eden eski toprak merkezli (ktonik) mitlerden, doğa ile uyumun sağlandığı Olimpos mitlerine geçiş yaşanmıştır. Yeni tanrılar—çoğu zaman devler ve canavarlardan oluşan eski tanrı kuşağına (Gorgonlar, Erinyes’ler, Gigantlar, Titanlar vb.) karşı savaşırken tasvir edilenler—aslında insani erdemlerin idealize edilmiş imgeleridir: Bilgelik ve kültür (Athena), Şiir (Febos/Apollo), Güzellik (Afrodit), Ticaret becerisi (Hermes), Savaşçılık (Ares), Otorite ve yönetim gücü (Zeus). Ayrıca, yarı tanrılar, periler (ninfe) ve kahramanlar, ölümsüzlerle ölümlüler arasındaki sürekli iletişimi sağlar. Çünkü Olimpos tanrılarının tek ayrıcalığı ölümsüzlüktür—yani yalnızca insanlardan esirgenen şey, ölümden bağımsız bir varoluştur.
Bu yüzden, Yunan tanrıları idealize edilmiş insanlar olarak görülür; onların varlığı, dünyadaki sınırlı ve göreceli insan yaşamının mutlak biçimi olarak tasavvur edilmiştir. İnsanların tanrılara karşı tavrı itaat ya da ibadetten çok hayranlık üzerinedir.
Yunan mitolojisinin büyük araştırmacılarından Walter Otto, bu konuyu şöyle özetler: "Bu din o kadar doğaldır ki, kutsallık onun içinde yer bulamaz." Yunanlılar aşkın bir varoluşa ulaşmaya çalışmazlar; onların tanrıları ölümlüler gibi yaşar ve her zaman erdemli olmamakla birlikte, mutlu bir varoluşa sahiptirler—çünkü kaçınılmaz ölüm düşüncesiyle gölgelenmezler. Olimpos tanrıları, gökyüzünden dünyaya inmeyi severler, fakat bu gökyüzü sadece bir dağdan ibarettir. Şanslı ölümlüler onları ormanda ya da bir pınarın başında karşılaşabilecekleri varlıklar olarak görürler.
Bu durumun içinde mucizevi bir yön yoktur. Yunan tanrıları, İncil’de anlatıldığı gibi, halklarını zafere ulaştırmak için güneşi durdurmaz ya da denizi ikiye bölmez. Homeros’un anlattığına göre, Olimpos’un tanrıları, himaye ettikleri kahramanlarına sadece hareketlerini hızlandırarak, koşularını daha seri hale getirerek yardım ederler.
Eğer ilahi olan sadece "mükemmel bir insan" ise, ölümün olmadığı bir yaşamda, sanat ilahiyi insan formunun mükemmelliğinde ortaya koyar; ve mükemmellik, öz ve şekil arasındaki kimliğin güvencesi olan uyum yasasının (oran) kendisidir. Klasik sanatta doğanın güzelliği ile sanatın güzelliği arasında bir ayrım yoktur; sanat, doğanın güzelliğini keşfeder ve ortaya koyar ya da daha doğrusu doğanın güzelliğini belirler. Klasik sanatın ardıl klasik kültürlerinde, doğanın güzelliği yüceltildiğinde, bu, Klasik sanat tarafından açığa çıkarılmış bir doğal uyum yasasına atıfta bulunulmuş olur.
Sanatın mimesis veya taklit olarak anlaşılması, sanatın güzelin icadı olarak kavramıyla çelişmez: mimesis, sanatçının gördüğünü kopyalamak değil, güzel parçaların karşılaştırılması ve seçilmesiyle güzel bir bütünün yeniden oluşturulmasıdır ve bu, artık ampirik değil, ideal bir doğadır. Bir teorinin ve neredeyse bir sanat biliminin sahipliği, sanatçının toplumsal konumunu derinden değiştirir. Sanatçı artık Asya veya Mısır'daki gibi, despotik bir hükümdarın emirlerine ve katı bir ritüelliğe göre çalışan bir köle değildir. O, özgür bir meslek icra eden bir vatandaştır; toplumun gerekliliğini kabul ettiği estetik ve teknik bir kültürün taşıyıcısıdır; o toplumun bilinçli olarak dayandığı büyük ideallerin yorumcusudur. Herhangi bir vatandaş, heykeltıraşa bir heykel, ressama bir tablo sipariş edebilir ve bunları kamusal bir alana "adamak" için yerleştirebilir: Yunan şehirlerinde yükselen anıtlar artık sadece otoritenin değil, devletin tarihinin görünür tanıklığıdır.

Yorum Yazın