Nobel Barış Ödülü’nü Venezuelalı Machado’nun alması, etkileri iç politikaya yansıyan bir gelişme oldu. Machado’nun ödülünü Trump’a adamasını işaret edenler, bu ödülün sorunlu olduğu konusunda kuşkuya yer olmadığı kanaatindeydiler.
Türkiye iç politikasına yansıyan ise, Ekrem İmamoğlu’nun Machado’yu kutlaması sonrasında yaşanan kısa ama yoğun tartışma süreciydi. Bu süreçte bir muhalif yazarın da kendini hapiste bulması, yine bu tartışmanın bir boyutu olarak yer aldı. Machado’nun ülkesine demokrasiyi getirmede Trump’a olan yoğun ilgisi ve kimi kaynaklarda bu ilginin neredeyse Trump’tan müdahale dilenilmesi aşamasına geldiğinin iddia edilmesi, tartışmayı büyütmüştü.
Emrah Gülsunar’ın “diktatörlüğe karşı dış müdahale davet edilir mi” başlıklı bir anket ortaya koymasında, kuşkusuz Machado’nun ödül alması sonrası tartışmalar rol almıştı. Buna karşın, sertleşen iç cephede kimsenin ayrıntılarla Emrah’ın izahıyla uğraşacak hali yoktu.
Tabu sözcükleri kullanan Gülsunar önce gözaltı edildi, sonrasında tutuklanarak cezaevine kondu. Gülsunar’ın başına gelenleri, zamanın ruhu içinde iç burkulmasıyla izledik ama açıkçası çok da şaşırmadık.2025 Türkiye’sinde her şeyi her yerde ve her şekilde konuşmak çok olası değil. İstanbul’un ve Türkiye’nin pek çok seçilmiş belediye başkanının hapiste olduğunu düşündüğümüzde, böyle bir ortamda dünyanın en liberal ve hoşgörülü rejiminde olmayı hayal etmek Polyanacılık olacaktır.
Yine de, gerek Gülsunar’ın gerekse ondan hemen önce Kocabıyık’ın gözaltı ve tutuklanma süreçlerinde yaşananların, iktidarın demokratlık tezlerine önemli hasar verdiğini söyleyebiliriz. Yakın zamana kadar sadece düşünce beyanından kimsenin yargılanmadığını iddia eden hükümet sözcüsü Ömer Çelik’in, bu örnekleri kolayca izah edemeyeceğini düşünmek için yeterli sebep bulunuyor. İktidarın roller coaster sistemde biraz nefes alıp olan bitene göz atmasında yarar var.
Diğer yandan, konunun kanun, polis, cezaevi üçgenine girmesi, asıl tartışmayı ister istemez gölgeledi. Machado’nun bir liberal ve sağcı olarak konumlandığı ve bu yönüyle sol ve sosyalist çevrelerce alınan ödülün pek de muteber olmadığı düşüncesi ağırlık taşıyordu. Nitekim, iktidarın en yakın yandaş kalemlerinden en kesif muhaliflere kadar, İmamoğlu’nun Machado’ya ilişkin söyledikleri eleştirildi.
Bu eleştiride, iktidar kesiminin gösterdiği tavrın tutarsızlığı dikkat çekmekteydi. Trump’la Erdoğan arasındaki en ufak jeste, sandalyenin çekimine bile değer atfedenlerin, Machado’nun ödülünü Trump’a adamasını eleştirmeye hakları var mı? Machado’nun görüşleri de iktidarın sağcılık paydasına dahil olabilecek kavramlardı. Diğer tarafta ise, Machado’nun sağcı bir neoliberal olduğu, bu nedenle İmamoğlu’nun ona destek vermesinin yanlışlığı, ana itiraz noktasıydı. Nasıl olur da böyle bir sağcıya soldan destek verilirdi?
Türkiye’de Rusya ve Çin’e yakın medyalar da Machado’yu ve Machado vesilesiyle İmamoğlu’nu eleştirmekten geri durmadılar. İnsan buna da hayret etmeden duramıyor. Machado’yu Trump’çu olarak eleştirip maaşı Putin ya da Xi’den almak
Dünya ise Türkiye’deki tartışmadan çok daha başka bir noktaya odaklanmıştı. Amerika’da Trumpseverlerin, bu ödülün asıl sahibinin 2025’te Donald Trump olması gerektiği konusunda yoğun bir gündemleri vardı. Machado’nun ödülü kazanması, aslında Trump’a ödül verilmemesi yönüyle değerli bulunuyordu.
Türkiye’de ne iktidar yanlıları ne de muhalif eleştirmenler için bu detayın önemi yoktu. Maduro’ya karşı mücadele eden Machado’nun Trump’tan destek aldığını gizlememesi ve bu desteğin değerinin altını kalın kalın çizmesi, eleştiri için yeterli görülüyordu.
Diğer yanda, Trump’un hayal kırıklığı yaşadığını, ödülü kazanan Machado’dan daha iyi kim anlayabilirdi? Belki de bu nedenle ödülünü Trump’a adayarak onu onurlandırmak ve teskin etmek istedi. Bir an kendinizi onun yerine koyup düşünün.
Maduro’nun Rusya ve Çin’in dolaysız bir müttefiki olduğunu da akılda tutmak gerek. Nitekim, Türkiye’de Rusya ve Çin’e yakın medyalar da Machado’yu ve Machado vesilesiyle İmamoğlu’nu eleştirmekten geri durmadılar. İnsan buna da hayret etmeden duramıyor. Machado’yu Trump’çu olarak eleştirip maaşı Putin ya da Xi’den almak…
Peki, İmamoğlu bütün bu eleştirilere karşı neden bu paylaşımı yaptı? Böylesi bir Nobel Ödülü verildiğinde, İmamoğlu’nun kayıtsız kalmasını beklemek mi doğru olurdu? Seçimlere katılma hakkı elinden alınan ve bunu geri kazanmak için demokratik sınırlar içinde mücadele eden bir siyasetçinin, tam da burada sessiz kalması daha tuhaf olmaz mıydı?
Demokratik seçimlerle elde edilen yönetme erkinin, rakibi kısıtlamak için araçsallaşmasına ve siyasi gücün orantısız kullanımına karşı kendisini mağdur hisseden bir siyasetçi için, tam da bu gerekçeyle verilen bir Nobel’le empati kurmaktan daha doğal ne olabilir?
Nitekim, CHP kurumsal kimliğinin bu konuda sessiz kalarak Avrupa sosyalist blokunun çekincelerine uygun hareket etmesi, tam da bu yüzden İmamoğlu’nun mesajıyla bir çelişki oluşturmadı. Nobel Komitesi’nin altını çizdiği ödül gerekçesi de bu sorulara yanıt oluşturmakta:
Barışçıl biçimde demokratik muhalefeti savunmak.
Ekrem İmamoğlu’nun kendisini de konumlandırmak istediği pozisyona birebir uyan bir tanımlama değil mi? Aksini düşünmek büyük bir felaket olmaz mıydı?
Türkiye’de, Orhan Pamuk’un kazandığı Nobel’den sonra bir kez daha Nobel Ödülü polemik konusu oldu. İmamoğlu altını çizmese, belki bu kadar bile konuşulmayacak ya da Trump’tan esen rüzgârla iktidar çevrelerinde yadırganmayacaktı. Ama görülen o ki, Türkiye’de hiçbir kavram ve değer, iç politikadaki duruştan bağımsız, objektif bir gözle ele alınamıyor. Dünyayı algılamak için herkese kendi yankı odası yetiyor.
Yine de unutmamak gerekir ki, Nobel Nobel’dir ve onu herkes kazanmak ister. Ama Nobel Komitesi’nin savunduğu üzere, onu sadece onurlu ve cesur olanlar kazanır. İşinize gelenler değil.
Sonuç olarak, Machado’nun Nobel Barış Ödülü, Türkiye’de demokrasi, ifade özgürlüğü ve siyasi kutuplaşma gibi temel meseleleri bir kez daha su yüzüne çıkardı
İmamoğlu’nun Machado’yu kutlaması, evrensel bir demokratik mücadeleyle empati kurma çabasıyken, Gülsunar’ın tutuklanması, Türkiye’de özgürlüklerin sınırlarını sorgulattı.
Nobel’in barışçıl muhalefete vurgusu, evrensel bir değer olarak parlasa da, Türkiye’nin yankı odalarına hapsolmuş siyasi atmosferi, bu değerin objektif bir şekilde tartışılmasını engelledi. Türkiye’nin kendi iç dinamiklerini yeniden değerlendirmesi için bir ayna tutulurken, demokrasinin ve özgürlüğün kırılganlığını bir kez daha hatırlattı.

Yorum Yazın