Son dönemlerde, medyada TBMM binasından çok, İBB binasının fotoğraflarını görmeye başladık ve nedense her şeye alıştığımız gibi buna da alıştık. Bugünkü İBB binası, 1953 yılında açılan ulusal yarışma sonucunda birinci olan Nevzat Erol tarafından tasarlanmıştı, ancak inşaatı 1970 yılında tamamlanabilmişti. Belediye Sarayı olarak adlandırılmış olan bu modern bina, o tarihlerde özellikle uzmanlar arasında tarihi yarımadadaki dokuya uygun olmadığı gerekçesiyleeleştirilmiş ve kamuoyunda tartışılmıştı. Saraçhane’deki bu bina, o tarihten bu yana hiçbir dönemde, bugünkü kadartoplumun ve siyasetin ilgisine mazhar olmamıştı.
Bugünlerde bu ilginin kaynağında İBB binasının merkezde gücü elinde bulunduranlar tarafından ele geçirilmek istenmesi yatıyor. Geçmişteki ele geçirilme olaylarından farklı olarak bugünkü ele geçirilme teşebbüsüne, neyse ki güçlü bir sivil ve siyasal direniş var. Bu yeni durum, yorumcuların kafasını karıştırdı ve tartışmaları başlattı. Bu tartışmalarda sık sık 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ve daha yakın geçmişte basındaki sansürün simgesi haline gelmiş olan “penguenler” videosu da hatırlandı. Bu kez, gücü kullananın ordu değil, seçilmiş siviller olması, müdahalenin merkezi yönetime değil yerelyönetime yapılması ve artan direniş acaba ne anlama geliyordu? Ordu yerine hukukun, subaylar yerine savcıların devreye girmiş olması acaba ilerlemenin habercisi miydi? Yoksa, geleneksel darbelerde olduğu gibi gözaltı ve hapislerin artarak devam etmesi bu toplumda demokrasi umudunun olmadığının ya da olan bitenin “eski tas eski hamam” olduğunun bir göstergesi miydi?
Siyasal geçmişimiz farklı darbe örnekleriyle dolu olduğu için bu son durumun nasıl yorumlanacağını konunun uzmanlarına bırakıyorum. Ancak, Belediye Sarayı’nda, İstanbulluların gündelik yaşamını doğrudan etkileyen kararların alındığı yerel meclisin çalışıyor olması olan bitenin yerel politika açısından önemini arttırdığını gösteriyor. Saraçhane binasında alınan kararların İstanbulluların sadece gündelik yaşamını değil geleceğini de etkilemesi konunun bu yönüne de bakmamızı gerektiriyor. Bu amaçla bazı görüşlerimi aktarabilmek için bu yazıda yerel politikanın değişen nitelikleri hakkında, geçmişte yapmış olduğumuz bir araştırmadan söz etmek istiyorum.
Özal-Dalan ikilisinin kentsel siyasete getirdikleri en önemli yasal değişikliğin imar planı yapma yetkisinin belediyelere devri olduğunu vurgulamak gerekir. Bu devir, son yıllarda dillere pelesenk olan kentsel rant üretme tekelinin merkezden yerele devredilmesi anlamına gelmekteydi.
İŞ BİTİRİCİ İKİLİ
1980’li yıllarda Marmara Üniversitesi’nin aynı fakültesinde çalışan bir grup sosyal bilimci olarak 12 Eylül darbesinin sonuçlarını izliyor ve anlamaya çalışıyorduk. O günlerde,darbe sonrasında yapılan ulusal ve yerel seçimler sonuçlanmış olduğundan yeni yöneticilerin eğilimlerini de gözlemleme imkanına az çok sahip olmaya başlamıştık. Hatırlanacağı üzere, 12 Eylül sonrası darbeyi yöneten Milli Güvenlik Konseyi, ulusal seçimlere sadece üç siyasal partinin katılmasına izin vermişti. 1983 yılında yapılan seçimlerde, Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi yüzde 45, Necdet Calp’in kurduğu Halkçı Parti yüzde 30, Turgut Sunalp’inkurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi ise yüzde 23 oranında oy almıştı. 1984 Yerel Seçimleri ise İstanbul’da ANAP’ın adayı Bedrettin Dalan, oyların yüzde 49’unu alarak kazanmış, yeni kurulan İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin Başkanı olarak seçilmişti.
Özal-Dalan ikilisinin İstanbul’daki “iş bitirici” uygulamalarıve bu uygulamaların aldığı kamuoyu desteği o sıralarda, herkes gibi bizim de ilgimizi çekmişti. Dalan’ın İstanbul’da aldığı hızlı kararlar ve Başbakan Özal yönetimindeki merkezi idarenin desteğiyle gerçekleştirdiği yeni yatırımlar ve ayrıca kentin merkezinde yaptığı, Menderes dönemine benzer,yıkımlar kentte şaşkınlıkla karşılanmıştı. Bu noktada Özal-Dalan ikilisinin kentsel siyasete getirdikleri en önemli yasal değişikliğin imar planı yapma yetkisinin belediyelere devri olduğunu vurgulamak gerekir. Bu devir, son yıllarda dillere pelesenk olan kentsel rant üretme tekelinin merkezden yerele devredilmesi anlamına gelmekteydi. Bu karar ve diğer uygulamalar kuşkusuz yerel politikada yeni bir dönemi başlattı.
Üniversite’de meslektaşlarımızla yaptığımız 12 Eylül sonrası gelişmeler konusundaki yoğun tartışmalarda herkes kendi ilgi alanına göre farklı yorumlar getiriyordu. Bu tartışmalar sırasında siyaset sosyoloğu olan dostum Nihal İncioğlu ilebirlikte, bizde, yerel politika konusunda bir alan araştırması yapma fikri oluştu. Sonuçta, Nihal İncioğlu’nun Türk siyasal yaşamı hakkındaki akademik birikimine, benim İstanbul Nazım Plan Bürosu’ndaki çalışma deneyimime -ve tabii ki kadın dayanışmasına da- güvenerek bir alan araştırmasıtasarladık. Bu araştırma vesilesiyle sık sık İBB’nin Saraçhane’deki binasına gittik, meclis çalışmalarını izledik ve Büyük Şehir Meclisi üyeleriyle uzun görüşmeler yaparak seçilmişlerin meclise atfettikleri anlamı ve yerel siyaset yaklaşımlarını öğrenmeye çalıştık.
Bu araştırma sonuçlarını dipnotta künyesini verdiğim kitapta yayınlamıştık. Kısaca, bu araştırma sonucunda biz, merkezinkentleşme süreci sonrasında toplumda gerçekleşen büyük değişime uyum gösteremediği, artık yerel sorunları çözmede aciz kaldığı ve yerelin güçlenmesinin gerekli olduğu kanaatini edinmiştik. Nitekim, meclis üyeleri de, belediyenin eski uğraşlarından çok, esas olarak kente yeni gelenlerin sorunlarını çözmeye istekli olduklarını anlatmışlardı. Bu da geleneksel otoriter merkez-yerel ilişkilerinin değişeceğinin habercisiydi. Bu nedenle kitabın adını “Yerel Politikanın Yükselişi” koymuştuk.
ANAP’la başlayan bu yeni yerel politika anlayışı bir süre sonra diğer siyasal partilere de sirayet etti. Bu eğilimi, devlet-toplum ilişkilerine öteden beri hakim olan kayırmacılığın köylü odaklı olmaktan çıkıp, eski köylü-yeni kentlilerin sorunlarının çözülmesine odaklanması diye de yorumlamamız mümkün. Kentlerde artan ve yoğunlaşan sorunlar bir taraftan yeni kent hukukunun üretilmesi gereğini göstermekteydi. Ancak, yeni gelenlerin kuralsız ürettiği yeni konut alanlarının ne yapımına engel olunabiliyordu ne de oralara asgari kamu hizmeti götürülebiliyordu. ANAP’lı kent yöneticilerin yaptığı da, imar konusunda belediye sınırları içindeki alanlarda mevcut kent hukukuna uymaya çalışmak ve bununla birlikte çevredeki kuralsızlığa göz yummak oldu.
O gün bugündür yaşadıklarımız, özellikle büyük kentlerde gün geçtikçe çeşitlenmiş olan yerel ihtiyaçların karşılanmasının otoriter merkeziyetçi yönetim anlayışıyla çözülemeyeceğini gösterdi. Sonuçta, hemen bütün siyasal partiler, teknokratların ve bazı ileri görüşlü siyasetçilerin muhalefetine rağmen, oy devşirmek için adlarında ve söylemlerinde farklılıklar olsa da, benzer uygulamalar yaptılar ve başarıları ölçüsünde kentte yaratılan kaynaklara ulaşıp kullandılar.
Yerel politikanın öneminin somut olarak algılandığı dönem ise daha sonra yaşandı. 1990’lı yıllarda, İslamcı siyasal partiler seçim kazandıkları ilçe belediyelerinde diğer partilerin ulaşamadığı gruplara, mevcut formel kuralları umursamayarak ulaşıp kitlesel destek aldılar. Diğer partiler, kayırmacı siyaseti utangaç bir biçimde uygularken İslamcı partiler iş ve konut piyasasındaki kuralsızlığı önce alenileştirdiler, sonra da kurumsallaştırdılar. Kuralsız üretilmiş konut alanlarına, özellikle kendi seçmenlerinin yoğun olduğu alanlara hizmet götürdüler, doğrudan vergi verme alışkanlığına sahip olmayan eski köylülerin enformel işlerini desteklediler, devlete vergi verme alışkanlığı olmayan kesimlerin elde etikleri kazançları İslami usullere göre sadaka, fitre ve zekat adı altında tanıdıkları yoksullara dağıttılar, daha önce seküler yönetimlerin engellemeye çalıştığı muhafazakar söylemleri ve yaşam biçimini görünür kıldılar. Bütün bunlar seçmen olarak da ağırlığı artmış olan eski köylüler tarafından benimsendi. Kuralsızlığa karşı gelen, kuralsızlığın getireceği vahim sonuçları öngören, teknokratik bilgiye güvenerek yerel siyaset yapmak isteyen ve hatta bunları deneyen sosyal demokrat kadrolar ise bu büyük popülist dalgaya maalesef engel olamadılar.
Bu bağlamda İstanbul’un, iç göçün varış noktası olarak, sadece ekonomi ve kültürün değil, etnik/dinsel her türlü cemaat ilişki ağlarının da merkezi olması İslamcı partilere dönük bu memnuniyeti taşraya da duyurdu. Birçok araştırma İstanbul’da gerçekleşenlerin etkisinin bazı durumlarda başkent Ankara’dan bile daha yaygın olabildiğini göstermektedir.
İnşaat/istihraç ekonomisinin büyüsüne, zenginleştirmesine ve gücüne kapılan İslamcı siyaset bu arada, sadece kendilerini desteklemiş olan gruplardan değil, kendilerini yükseltmiş olan yerel siyaset anlayışından da tamamen koptular.
İNŞAAT/İSTİHRAÇ EKONOMİSİNİN BÜYÜSÜ
İslamcı yerel siyaset, İslamcı siyasal partilerin önce büyük şehir yönetimine, daha sonra da merkezdeki yönetime ulaşmalarını sağladı. Türkiye siyasal tarihinde ilk kez bir yerel yöneticinin ulusal seçimlerde başarı kazanması, önce eski bürokrasi ve teknokrasi tarafından yadırgandı. Yine de İslamcısiyasetin yerel siyasetteki başarıları, yerelleşme ve demokratikleşme isteyen kesimlerce baskıların yıkılması diye yorumlandı ve destek buldu. Ancak, daha sonraki gelişmeler bu “yerel” başarının İslamcı kadrolar tarafından yeterli görülmediğini, onlara bile, gösterdi.
Uzun süredir ulusal siyasette de etkili olmak isteyen İslamcı siyasetçiler, daha sonra, yerel politikadaki başarılarını “çıraklık dönemi” merkeze ulaşmalarını “kalfalık dönemi”, küresel aktörlerle bile aşık atabildikleri son dönemlerini ise “ustalık dönemi” olarak tanımlayarak iktidar düşlerinin ne kadar geniş bir alanı kapsadığını ifade edeceklerdi. Ancak, bu başarı basamakları onları yükseltirken yeni aktörlerle işbirliği yaptılar ve eski destekçilerini ister istemez arkada bıraktılar. İnşaata dayalı büyüme ve istihraç yoluyla enerji ve maden arama faaliyetleri bu sektörlerin kendi naturalarına uygun kuralları olan güçlü gruplarla işbirliği yapmalarına ve yeni ittifaklar kurmalarına neden oldu. Başat sektör olan inşaat sektöründeki büyük şirketlerle işbirliği nedeniyle kentli alt ve orta sınıflar, istihraç sektöründeki küresel şirketlerle işbirliğinedeniyle de köylüler dışlandılar ve kayırmacı ilişkilerin tamamen dışında kaldılar. Kayırmacılıktan dışlanma sürecinin kitlesel etkisi çok kısa bir süre sonra yeni yerel siyaset arayışlarını kaçınılmaz olarak üretti.
İnşaat/istihraç ekonomisinin büyüsüne, zenginleştirmesine ve gücüne kapılan İslamcı siyaset bu arada, sadece kendilerini desteklemiş olan gruplardan değil, kendilerini yükseltmiş olan yerel siyaset anlayışından da tamamen koptular. Bu durumda yerel siyasetin yeni aktörleri, seçilme gibi bir dertleri bile olmayan, sivil toplum grupları, teknokratik bilgi sahibi uzmanlar, hukuki meşruiyeti sorgulayan hukukçular, çevreciler, insan hakları savunucuları, mütevazı yaşamayı önemseyen ve muhafazakarlığı farklı yorumlayan inançlılar, seküler yaşamı tercih eden kadınlar, kendini Sünni-İslamcı ya da Türkçü olarak tanımlamak istemeyen etnik/dinsel gruplar oldu. Bu yeni aktörler kayırmacılık arayışının yerini formel hukuk ve çoğulcu demokrasinin alması gerektiğinin farkına varan siyasetçilerce desteklendi ve kentsel rant üretme dışında da yerel siyaset yapılması gereğini ve imkanını idrak eden muhalif kadrolar yerel yönetimlerde iktidar oldu. İşte bugünlerde Saraçhane’deki İBB binası bu yeni yerel politika aktörlerinin yeni tahayyüllerini simgeliyor.
Bu yeni çoğulcu yerel siyaset anlayışının yükselişinin eski usul “müsadere” anlayışıyla durdurulmasının mümkün olup olmayacağına ise siz karar verin.
























Yorum Yazın