Özet
Bu makale, ebeveynlerin yaşlanmasıyla birlikte çocuk–ebeveyn ilişkisinde ortaya çıkan dönüşümü ilişkisel psikanalitik bir perspektiften ele almaktadır. Yaşlılık döneminde rollerin tersine dönmesi — çocukların ebeveynlerine bakım veren konuma geçmesi — hem geçmiş ilişki kalıplarını yeniden canlandıran hem de bu kalıpları dönüştürme olanağı sunan yoğun bir duygusal süreç yaratır. Tanınma diyalektiği ve üçüncü alan kavramları çerçevesinde, bu dönemin öfke, suçluluk, şefkat ve yas gibi karmaşık duygularla örülü olduğu, ancak aynı zamanda ilişkisel yeniden yapılanma için bir fırsat sunduğu tartışılmaktadır. Yaşlanan ebeveynle yeniden kurulan ilişkinin hem bireysel hem kuşaklar arası onarım potansiyeli vurgulanmaktadır. Sonuç olarak, ebeveynin yaşlanması yalnızca bir kayıp süreci değil, aynı zamanda geçmişin duygusal hikâyelerini dönüştürme ve daha olgun bir karşılıklılık geliştirme fırsatı olarak değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: İlişkisel psikanaliz, ebeveyn–çocuk ilişkisi, yaşlanma, tanınma diyalektiği, ilişkisel bilinçdışı, bakım ve yas, kuşaklar arası onarım
xxx
Giriş
İnsan yaşam döngüsünün en çetin duygusal eşiklerinden biri, ebeveynlerin yaşlanması ve giderek çocuklarının bakımına ihtiyaç duyar hale gelmesidir. Bu dönem, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda derin bir ilişkisel yeniden yapılanma sürecidir. Çocuk–ebeveyn ilişkisi, doğası gereği asimetrik bir ilişkidir; fakat yaşlılıkla birlikte bu asimetri yavaş yavaş tersine döner. Çocuk, ebeveynin bakımını üstlenirken bir anlamda onun yeni ebeveyni hâline gelir. Bu dönüşüm, yüzeyde doğal ve kaçınılmaz görünse de ruhsal düzeyde karmaşık bir duygusal örgüyü harekete geçirir: şefkat, hüzün, öfke, suçluluk ve zaman zaman gizli bir intikam arzusu.
İlişkinin Yeniden Yapılanması ve Tanınma Diyalektiği
Bu geçiş dönemi, geçmişin ilişkisel kalıplarının yeniden sahnelenmesine (reenactment) elverişli bir bağlam yaratır. Tanınma diyalektiği[1] kavramı burada aydınlatıcı olabilir (Benjamin, 1988, 2004). J. Benjamin’e göre insan ilişkilerinde temel ihtiyaç hem tanınmak hem de tanımaktır; özne olarak var olmanın koşulu, karşısındakini de özne olarak tanıyabilme kapasitesidir. Ancak ebeveyn–çocuk ilişkisinde bu diyalektik doğası gereği bozulmaya açıktır, zira ilişki uzun süre tek yönlü bakım ve otorite ekseninde şekillenmiştir.
Yaşlanan ebeveynle yeniden kurulan bu ilişki, söz konusu diyalektiğin ikinci bir versiyonuna sahne olur. Artık çocuk, hem geçmişte tanınmamış yanlarını yeniden görünür kılma hem de ebeveynini şimdi tanıma fırsatını bulur. Fakat bu süreç nadiren pürüzsüz ilerler. Çocuk, bir yandan geçmişin eksiklikleriyle yüzleşirken, diğer yandan bugünün bakım sorumluluğunu taşır. Böylece tanınma arzusu ile öfke, şefkat ile suçluluk, bağlılık ile özgürleşme arzusu arasında gidip gelen yoğun bir duygusal salınım başlar.
İlişkisel Bilinçdışı ve Ortak Sahne
Her ilişki karşılıklı olarak inşa edilmiş bir anlam alanıdır (Stolorow, Atwood ve Orange, 2002).[2] Bu bağlamda, ebeveyn–çocuk ilişkisi de iki tarafın ortak bilinçdışının ürünüdür; yani geçmiş, yalnızca bireysel bir hafıza değil, ortaklaşa yeniden üretilen bir sahnedir.
Yaşlanan ebeveynle kurulan yeni bağ, bu ortak sahnenin yeniden canlandırılması anlamına gelir. Ancak bu kez roller değişmiştir: çocuk artık koruyandır, ebeveyn ise kırılgan olan. Bu rol değişimi, hem geçmişteki travmatik dinamiklerin yeniden canlanmasına hem de onların dönüştürülmesine olanak tanır.
Bu yeniden sahneleme, klinik anlamda bir ilişkisel yeniden örgütlenme (relational reorganization) fırsatıdır (Mitchell, 1993).[3] Kızgın çocuk, şefkatli yetişkinle bir arada var olmayı öğrenebilir; sert, otoriter ebeveynin imgesi yerini yaşlı, zayıf bir figüre bırakabilir. Bu sahne, intikamla şefkat, kırgınlıkla sevgi arasında gidip gelen duyguların bütünleşebildiği nadir bir alan sunar.
Yas, Ölümlülük ve İlişkisel Dönüşüm
Ebeveynlerin yaşlanması aynı zamanda ölüme yaklaşmaktır; dolayısıyla bu süreç yalnızca bakım değil, yasla iç içe bir deneyimdir. Bromberg (2011), ölümle ve kayıpla yüzleşmenin ruhsal bütünlüğün sınırlarını test ettiğini, ancak bu sınırın esneyebilmesi durumunda psikolojik büyümenin mümkün olabileceğini söyler. Yaşlanan ebeveynle kurulan yeni ilişki, bu esneme kapasitesini geliştirir: Kaybetmeden önce kaybı yaşamak, vedalaşmadan önce vedalaşmanın provasını yapmak.
Burada söz konusu olan yalnızca ebeveynin ölümü değildir; kendi çocuk yanımızın, evlat olma hâlimizin de ölümü gündemdedir. Ebeveynimizin yavaş yavaş bizden gidişi, aynı zamanda bizi biz yapan bir kimlik boyutunun da çözülüşüdür. Fakat eğer bu süreci bilinçli bir farkındalıkla, yani ilişkisel bir yas süreci olarak yaşayabilirsek hem ebeveynle hem de içimizdeki çocukla daha olgun bir barış sağlanabilir.
Klinik Yansımalar ve Dönüştürücü Potansiyel
Psikoterapi bağlamında, danışanların yaşlanan ebeveynleriyle ilişkilerinde sıklıkla bu karmaşık duygulara tanık oluruz. Özellikle bakım süreçlerinde öfke, yetersizlik, suçluluk ve tükenmişlik duyguları birbirine karışır. İlişkisel psikanalitik bir çerçeveden baktığımızda, bu duyguları semptom yerine, anlamlı iletişim biçimleri olarak görebiliriz.
Bilinçdışı düzeyde ebeveynle “eşitlenme” arzusu hem geçmişteki yaraları onarma hem de kendi ölümlülüğünü kabul etme çabasıyla bağlantılıdır. Çocuk için ebeveyn, başlangıçta “büyük”, “güçlü” ve “ölümsüz” bir figürdür; oysa birey yetişkinliğe eriştiğinde, özellikle ebeveyn yaşlanmaya başladığında, bu dengesizliğin yerini bir tür eşitlenme fantezisi alır. Bu eşitlenme, iki yönlü bir anlam taşır:
Onarım boyutu
Bilinçdışı düzeyde, çocuklukta yaşanmış eksiklikleri, yaralanmaları veya tanınmamışlıkları telafi etme arzusu barındırır. Ebeveynin zayıflaması ya da çocuğa bağımlı hale gelmesi, geçmişteki güç dengesizliğinin tersine dönmesiyle bir tür psişik dengeleme olanağı yaratır. Çocuk, “artık senin kadar güçlüyüm, seni anlayabiliyorum, hatta sana bakabiliyorum” diyerek hem geçmişte yaşadığı kırılmayı onarmaya hem de kendi bütünlüğünü sağlamaya çalışır.
Ölümlülük boyutu
Ancak bu eşitlenme, aynı zamanda derin bir varoluşsal yüzleşmeyi içerir. Ebeveynin yaşlanması, çocuğa kendi ölümlülüğünü yansıtır: “Artık senin yerindeyim ve ben de sıradayım.” Böylece eşitlenme arzusu hem kontrol ve onarım arzusunu hem de ölümle barışma çabasını taşır. Kişi, ebeveynle eşitlenerek, ölümün kaçınılmazlığını kendi benlik hikâyesine dahil eder.
Bu yüzden eşitlenme arzusu, yalnızca narsistik bir güç fantezisi değildir; aynı zamanda yas, ölümlülük ve olgunlaşma süreçlerini bir araya getiren derin bir ilişkisel dönüşümün ifadesidir. İlişkisel psikanaliz açısından bu süreç, hem geçmişteki kırılmaları tanıma ve onarma hem de yaşam–ölüm döngüsünü kabul etme yönünde bir içsel genişlemeyi temsil eder.
Bu farkındalık, yalnızca bireysel değil, kuşaklar arası bir onarım kapasitesini de harekete geçirir. Benjamin’in (2004) “üçüncü alan” (third space) kavramıyla anlattığı gibi, tarafların hem birbirini hem kendini tanıyabildiği o ilişkisel alan oluştuğunda, geçmişin travmatik tekrarları yerini diyaloga bırakabilir. Yaşlı ebeveynin elini tutan yetişkin çocuk, farkında olmadan kendi içindeki kırılgan çocuğun da elini tutmaktadır.
Sonuç
Ebeveynlerin yaşlanması, insanın ilişkisel yaşamında nadiren bu kadar yoğun anlam taşıyan bir dönem yaratır. Bu süreç hem kaybın hem yeniden doğuşun sahnesidir. Bu dönemi yalnızca bakım sorumluluğu olarak değil, aynı zamanda geçmişin duygusal hikâyelerini dönüştürme fırsatı olarak görmek mümkündür. Eğer bu süreçte hem kendimizi hem ebeveynimizi tanıyabilirsek, geçmişin öfkesinden geleceğin şefkatine doğru bir geçiş kapısı aralanabilir. Bu da belki, insan olmanın en derin biçimlerinden biridir: hem çocuk hem ebeveyn olmayı lemehem kaybetmeyi hem bağ kurmayı aynı anda taşıyabilmek.
Kaynakça
Benjamin, J. (1988). The Bonds of Love: Psychoanalysis, Feminism, and the Problem of Domination. New York, NY: Pantheon Books.
Benjamin, J. (2004). Beyond doer and done to: An intersubjective view of thirdness. Psychoanalytic Quarterly, 73(1), 5–46.
Bromberg, P. M. (2011). The Shadow of the Tsunami and the Growth of the Relational Mind. New York, NY: Routledge.
Lyons-Ruth, K. (1998). Implicit relational knowing: Its role in development and psychoanalytic treatment. Infant Mental Health Journal, 19(3), 282–289.
Mitchell, S. A. (1993). Hope and dread in psychoanalysis. New York, NY: Basic Books.
Stern, D. N. (2004). The present moment in psychotherapy and everyday life. New York, NY: W. W. Norton & Company.
Stolorow, R. D., Atwood, G. E., & Orange, D. M. (2002). Worlds of experience: Interweaving philosophical and clinical dimensions in psychoanalysis. New York, NY: Basic Books.
[1] Jessica Benjamin’in “tanınma diyalektiği” kavramı (1990; 2004), öznenin kendilik duygusunu yalnızca bir başkası tarafından tanındığı ölçüde kurabileceğini öne sürer. Bu diyalektik, iki öznelliğin birbirini hem bağımsız hem de karşılıklı olarak fark etme çabasına dayanır. Taraflardan biri diğerini yalnızca “nesne” konumuna indirgediğinde ilişki iktidar eksenine kayar; buna karşın her iki taraf da birbirinin öznelliğini tanıyabildiğinde “karşılıklı tanınma” alanı açılır. Benjamin’e göre ilişkisel gelişim ve onarım, tanınmanın bu sürekli kurulma–bozulma döngüsünde gerçekleşir. Terapötik ilişkide veya ebeveyn–çocuk bağında dönüşümün zemini, bu karşılıklılığın —yani hem kendini hem ötekini özne olarak görebilme kapasitesinin— oluşabilmesidir.
[2] Stolorow, Atwood ve Orange’ın (2002) geliştirdiği ilişkisel-bütüncül fenomenoloji perspektifi, insan deneyiminin doğası gereği ilişkisel ve bağlamsal olduğunu ileri sürer. Bu yaklaşım, geleneksel psikanalizin bireysel iç dünya vurgusunu aşarak, öznel yaşantının her zaman bir “ilişkisel bağlam” içinde oluştuğunu savunur. Buna göre duygular, anlamlar ve benlik deneyimleri tek başına bireyin ürünleri değil, iki ya da daha fazla öznelliğin karşılaşmasıyla birlikte inşa edilen fenomenlerdir. Terapötik süreçte de analist ve danışan, karşılıklı etkilenmelerinin oluşturduğu ortak bir duygulanımsal alanın (intersubjective field) katılımcılarıdır. Bu anlayış, terapide değişimi bir yorum aktarımından çok, ortak anlam yaratımı olarak görür ve öznel deneyimin paylaşıldığı anda dönüştüğünü vurgular.
[3]Örtük ilişkisel öğrenme (implicit relational learning) kavramı, psikoterapötik değişimin bilişsel düzeydeki farkındalıktan çok, duygulanımsal ve ilişkisel deneyim düzeyinde gerçekleştiğini vurgular (Lyons-Ruth, 1998; Stern, 2004). Birey, erken yaşlarda geliştirdiği ilişki örüntülerini bilinçdışı biçimde taşır ve bunları yeni ilişkilerde —özellikle de terapötik ilişkide— sözcüklerle değil, bedensel-duygusal tonlar, sessizlikler ve karşılıklı düzenlemeler aracılığıyla yeniden üretir. Mitchell’in (1993) ilişkisel yeniden örgütlenme (relational reorganization)kavramıyla birleştiğinde, bu anlayış, terapötik değişimi bilişsel içgörüden çok, ilişki içindeki yeni duygusal deneyimlerin nöropsikolojik ve duygusal düzeyde yeniden öğrenilmesi ve örgütlenmesi olarak görür. Başka bir deyişle, kişi terapide farklı bir şekilde ilişki kurmayı yaşantısal olarak öğrendikçe, geçmiş örüntüler de yavaş yavaş yeniden yazılır (yeniden örgütlenir).


























Yorum Yazın