En alt kademeden en üst düzeye kadar devlet kurumlarına duyulan güvenin tamamen sarsıldığı bir ortamda, geleceğe dair umut verici bir beklenti mümkün müdür? Adaletin olmadığı bir ülkenin geleceği aydınlık olabilir mi? Sanmıyorum. “Adalet mülkün temelidir.” lafını mahkeme duvarlarına yazmakla olmuyor. Gereğini yapmak gerekiyor. Aksi takdirde, bu toplumun geleceğe umutla bakmasına vesile olabilecek tüm göstergeler hata veriyor.
Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e saldıran kişinin suç sicili hepimizi şaşırttı. Bir hukukçu olarak ben bile algılayamıyorum infaz sistemini. İki cinayet de dâhil olmak üzere hayli kabarık bir suç geçmişi olan ve müebbet almış bu kişinin 20 yıl bile cezaevinde kalmadan tahliye edilip aramızda dolaşıyor olması korkunç. Bu sırada demokratik haklarını kullanan gençlerin ceza alsalar yatarı bile olmayan bir madde yüzünden (suç demiyorum, çünkü bence hukuken de suçlu değiller) halen tutuklu olduğunu hatırlayalım.
Benzerlerini çok gördük ama bu biraz kör göze parmak bir örnek oluşturdu. İnsanların vicdanında hiçbir şekilde kabul görmeyecek bu uygulamalar artık vaka-i adiyeden oldu. İktidarı rahatsız eden en ufak durumda insanlar yaka paça gözaltına alınıp tutuklanırken cinayet, taciz, tecavüz gibi suçlar iktidara bir tehdit ya da tehlike oluşturmadığı için ciddiye alınmıyor. Kadın cinayetleri, çocuklara yönelik istismar, dolandırıcılık gibi ağır suçları işleyenler demokratik hakkını kullananlar kadar şiddet görmüyor ne polisten ne de yargı sisteminden. Bu yüzden mahkemeler artık adalet dağıtmıyor, insanlar da yargıya güvenmiyor. Peki, bu durumda sonumuz ne olacak? Bu gidişat bizi nereye götürecek? Cevabı aşağı yukarı tahmin ediyorum ama bir de yapay zekâya sormak istedim. Cevap elbette şaşırtmadı.
Soru: Hukuk devletinin ortadan kalktığı ve insanların adalete güvenmediği bir ülkede ne olur?
Cevap: “Hukuk devletinin ortadan kalktığı ve insanların adalete güvenmediği bir ülkede, hem toplumsal hem de siyasal düzeyde ciddi çöküşler yaşanır. Bu tür bir ortamın sonuçları çok katmanlı ve derin olabilir. Aşağıda bazı temel etkileri sıralıyorum:
1. Kurumsal Çöküş ve Keyfilik
Hukukun üstünlüğü ortadan kalkınca yargı, yürütmenin bir aracı haline gelir.
Yasalar keyfi uygulanır: aynı suç farklı kişilere göre farklı cezalarla karşılanır.
Bağımsız denetim mekanizmaları (anayasa mahkemesi, ombudsman, yargı, medya) işlevsizleşir.
2. Toplumsal Güven Erozyonu
İnsanlar devlete ve kurumlara güvenini kaybeder.
“Adalet yerini bulmaz” algısı yaygınlaşır → Bu da sosyal sözleşmenin çözülmesine neden olur.
Bireyler, sorunlarını hukuk yoluyla değil, kişisel yollarla çözmeye başlar (intikam, linç, mafyalaşma vb.).
3. Ekonomik Belirsizlik ve Yatırım Kaçışı
Sözleşme güvenliği ortadan kalkar, yatırımcılar riskli ortamdan kaçar.
Ekonomik krizler derinleşir çünkü:
Öngörülebilirlik kalmaz
Rüşvet, kayırmacılık artar
Hukuki koruma olmayan yerde mülkiyet hakkı da güvencesizdir.
4. İnsan Hakları İhlalleri ve Baskı Rejimi
Muhalifler, gazeteciler, akademisyenler, aktivistler hedef haline gelir.
Keyfi tutuklamalar, uzun yargılamalar, adil yargılanma hakkının ihlali olağan hale gelir.
Yargı, iktidarın sopası haline gelir: bağımsız denetim değil, bir cezalandırma aracı olur.
5. Adalet Yerine “Güçlü Olanın Haklı Olması”
"Haklı olmak" değil, "güçlü olmak" belirleyici hale gelir.
Hukuka güvenmeyen birey ya boyun eğer ya da şiddet yoluyla karşılık verir → bu da sosyal patlamalara zemin hazırlar.
Sonuç: Adaletin olmadığı yerde devlet değil, korku ve çıkar egemen olur.
Hukuk devleti sadece yasal bir çerçeve değil, toplumun bir arada yaşama sözleşmesidir. Bu yok olduğunda, ortak yaşam çöker.”
Yapay zekânın cevabı böyle. Özetle “Adalet mülkün temelidir.” diyor aslında. Elini vicdanına koyan bir insan yukarıda sayılan 5 durumun herhangi birinin Türkiye’de mevcut olmadığını söyleyebilir mi?
Yargı artık amacını yitirmiş, adalet dağıtmak yerine iktidarın muhalifleri elimine etmeye çalıştığı bir araç haline gelmiş. Kolluk kuvvetlerinin bir kısmı kanunun çizdiği sınırlar içerisinde kalma gibi bir anlayıştan uzaklaşarak işkence ve kötü muameleyi bir yöntem olarak benimsemiş.
Kurumsal çöküş ve keyfilik var mı? Var. Bir sürü örnek verilebilir buna ama ilk aklıma gelen deprem, yangın, sel gibi afetlere hiçbir şekilde cevap veremeyen, içi boşaltılmış kurumlar. Yargı bağımsızlığının ortadan kalkması, tek tük çıkan adil kararların da uygulanmaması. Kanunların aynı durumdaki kişilere farklı uygulanması. Hatta aynı durumda olmayan kişilerden suçlu olana dokunulmayıp suçsuz olanın cezalandırılması. Mesela uyuşturucu kaçakçıları tahliye edilip kaçmalarına izin verilirken kaçma ihtimali olmayan, kendi iradesiyle gidip ifade veren insanların keyfi olarak tutuklanması. Halka gerçekleri duyurmaya çalışan gazeteciler cezalandırılırken dezenformasyonun alasını yapanlara asla dokunulmaması. Bunların onlarca, belki yüzlerce örneğini gördük ve görüyoruz.
Toplumsal güven erozyonu var mı? Maalesef var. Yargıya, kurumlara güven yerlerde. Uluslararası indeksleri taraflı olmakla suçluyorlar ama Türkiye’de yapılan anketlerde insanların kurumlara, özellikle de yargıya güvenmediği açıkça görülüyor. Özellikle son dönemde polis şiddetinin artması kolluk kuvvetlerine olan güvenin de iyice zedelenmesine yol açtı. Türkiye’de polis şiddeti ve işkence hep sorun olmuştu ama son dönemde geleceğinden endişe duyan gencecik çocuklara yönelen şiddet insanların adalet ve güven duygusunu oldukça sarstı. ‘Polise asit atıldı’ iddiası ile ilgili tek bir video ya da kanıt ortaya koyulamazken kolluk kuvvetlerinin gencecik çocuklara düşman askerine saldırır gibi saldırdığı onlarca video gözümüzün önünde duruyor. Bu da toplumun adalete olan inancını yerle bir ediyor.
Ekonomik belirsizlik ve yatırım kaçışı var mı? Alası var. Son yıllarda canımızı en çok yakan şeylerden biri yoksullaşma zaten. Alım gücünün erimesi, enflasyonun ateşinin bir türlü düşürülememesi, eşitsizliklerin artışı gibi bir realite var. Toplumun bir kesimi semirdikçe semirirken orta ve alt sınıflar git gide yoksullaşıyor. İktidara sırtını dayayan bürokratlar 3er 5er maaşlarla zengin edilirken ekonomik elitler de ballı ihalelerle ve vergiden kaçarak servetlerine servet katıyor. İktidarın sebep olduğu ekonomik krizin bütün yükü orta ve alt sınıflara yükleniyor. 3-5 yıl sonrasını değil 1 hafta sonra ne olacağını öngörmek bile imkânsız hale gelmişken ekonominin düzelmesini ve sorunların çözülmesini beklemek hayalcilik olur.
Kaldı ki son dönemde mülkiyet hakkının bile keyfi olarak ihlal edildiğini sıkça görüyoruz. Şirketlere atanan kayyumlar, hiçbir mantığın ve vicdanın kabul etmediği kamulaştırılan araziler vs. düşünüldüğünde en temel güvencelerin bile ortadan kalktığını görüyoruz. Rüşvet ve kayırmacılıkla ilgili ansiklopediler dolduracak kadar örnek var sanırım. Liyakat ve hakkaniyetin neredeyse tamamen ortadan kalktığı, iktidara yakın olmak dışında hiçbir unsurun belirleyici olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir ortamda üretim, gelişme ve kalkınma olabilir mi?
Hukuk devletini geçelim, kanun devleti bile değiliz biz. Ortada bir mevzuat var. Ancak bu mevzuatı oluşturan hukuk kuralları keyfi olarak uygulanıyor. Aynı fiili işleyen A kişisi tutuklanıp cezalandırılabilirken B kişisi hakkında soruşturma bile açılmıyor. Bu çifte standart adalete olan inancın tamamen yok olmasına sebep oluyor.
İnsan hakları ihlalleri ve baskı rejimi var mı?Maalesef o da var. Bunları saymak bile insana zül geliyor artık. En ufak eleştiriden bile rahatsız olan iktidar imkânı olsa protesto, eylem vs. yapan herkesi toplayıp hapse atacak. Hapishane kapasitesi 20 milyon olsa 30 milyon kişiyi hapse tıkacak bir zihniyet var. Adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi, kişi özgürlüğü ve güvenliği vb. haklar ve güvenceler tamamen devre dışı bırakılmış; hukuk ve adalet arasındaki bağ neredeyse kopmuş durumda. Yargı artık amacını yitirmiş, adalet dağıtmak yerine iktidarın muhalifleri elimine etmeye çalıştığı bir araç haline gelmiş. Kolluk kuvvetlerinin bir kısmı kanunun çizdiği sınırlar içerisinde kalma gibi bir anlayıştan uzaklaşarak işkence ve kötü muameleyi bir yöntem olarak benimsemiş. İktidarın sopası haline gelmiş yargıdan gazabını almayan pek kimse kalmamış durumda. Gazeteci, aktivist, siyasetçi, öğrenci, sıradan vatandaş fark etmiyor. “İktidarın radarına giren her ölümlü adaletsizliği tadacaktır.” şeklinde özetlemek mümkün durumu.
Adalet yerine güçlü olanın haklı olması var mı? Olmaz mı, o da var elbette. Mesela sırf barışçıl bir eyleme katılıp bir pankart tuttuğu için tutuklu olan Esila Ayık ve diğer gençler hapisteyken, bir çocuğun ölümüne sebep olan, üstüne başka bir trafik kazası daha yapan Zehra Kınık serbestçe dolaşıyor. Neden? Çünkü o Kerem Kınık’ın kızı. Bu sadece bir örnek elbette. Bunun gibi binlercesi bulunabilir. Çünkü mevcut durumda hukuk kuralları seçici olarak uygulanıyor. Hukuk devletini geçelim, kanun devleti bile değiliz biz. Ortada bir mevzuat var. Ancak bu mevzuatı oluşturan hukuk kuralları keyfi olarak uygulanıyor. Aynı fiili işleyen A kişisi tutuklanıp cezalandırılabilirken B kişisi hakkında soruşturma bile açılmıyor. Bu çifte standart adalete olan inancın tamamen yok olmasına sebep oluyor.
Nihayetinde devlete de kurumlara da bireylere de güvenemediğimiz bir ortamda yaşıyoruz. Ortak yaşamın git gide zorlaştığı ve toplumun içten içe çürüdüğü bir dönemden geçiyoruz. Mevcut iktidarın bunu önemsemediği açık. Belki de en baştan istediği buydu, bilemiyoruz. Ama görünen o ki devletin temelleri derinlerden sarsılıyor. En alt kademeden en üst düzeye kadar devlet kurumlarına duyulan güvenin tamamen sarsıldığı bir ortamda, geleceğe dair umut verici bir beklenti mümkün müdür? Adaletin olmadığı bir ülkenin geleceği aydınlık olabilir mi? Sanmıyorum. “Adalet mülkün temelidir.” lafını mahkeme duvarlarına yazmakla olmuyor. Gereğini yapmak gerekiyor. Aksi takdirde, bu toplumun geleceğe umutla bakmasına vesile olabilecek tüm göstergeler hata veriyor.

Yorum Yazın