Siyasetin ve gündemin gürültüsü zaman zaman insanın düşüncesini kilitleyebiliyor. Böyle anlarda kitap okuma rutinime daha disiplinli sarıldığımı fark ediyorum. Elime aldığım her kitap, dış dünyanın hengâmesinden uzaklaşmak için bir bahane değil; tam tersine daha berrak görmeye yarayan bir pencere oluyor. Tekrar okunacak kitaplar listemde uzun süredir bekleyen, sevgili Pelin Dilara Çolak’ın Kitap Kulübünde de okunacaklar listesine aldığını gördüğüm Guy Debord’un Gösteri Toplumunu da bu nedenle yeniden açtım. İlk okuduğumda çarpıcı gelen bazı pasajların bugün çok daha keskin olduğunu hissettim. Sanki Debord, bu çağın sosyal medya akışlarını, ekranların hayatımıza sızmasını yıllar öncesinden görmüş gibi.
“Tüm hayat, muazzam bir görüntüler yığınına dönüşmüştür.” — Guy Debord
Debord’un 1967’de yayımladığı Gösteri Toplumu, yalnızca bir sosyoloji kitabı değil, çağdaş dünyanın nasıl işlediğini hâlâ en çıplak hâliyle anlatan bir manifesto. Kapitalizmin ileri evresinde hayatın tüm katmanlarını kuşatan yeni bir tahakküm biçimini adlandırır: gösteri.
Gösteri, basitçe televizyon ekranlarında veya reklam panolarında görünen bir fazlalık değildir. Debord’a göre gösteri, “görüntüler aracılığıyla aracılanmış toplumsal ilişkidir.” İnsanlar artık birbirleriyle doğrudan değil, imgeler, markalar, medya aracılığıyla ilişki kurar. Gerçek hayat, temsil edilen imajların arkasında silinir; insan kendi yaşamına seyirci haline gelir.
Debord’un kavramı bir boşlukta doğmadı. 1960’ların Avrupa’sı, yükselen tüketim kültürünün ve kitle iletişim araçlarının patladığı bir dönemdi. Reklam panoları şehirleri kuşatıyor, televizyon her eve giriyor, gündelik yaşam yeni imaj rejimleriyle yeniden şekilleniyordu. İşte bu bağlamda Debord ve yoldaşları Sitüasyonist Enternasyonal adını verdikleri bir avangard hareket kurdular. Amaçları, yalnızca kapitalizme değil, modern yaşamın sıradanlaştırıcı, yabancılaştırıcı ritmine karşı da direnişti.
Sitüasyonistler, sanatın ve siyasetin ayrımını reddederek “yaşantı”nın kendisini dönüştürmeye çalıştılar. “Dérive” (sürüklenme) adını verdikleri şehirde amaçsız dolaşmalar, kapitalizmin dayattığı gündelik alışkanlıklara karşı bir isyan biçimiydi. Gösteriye teslim olmuş bir dünyada, küçük de olsa sahici deneyim anları yaratmak için stratejiler geliştirdiler. Gösteri Toplumu bu deneyimlerin teorik doruk noktasıydı; yalnızca tespit değil, yaşamı geri alma çağrısıydı.
“Gerçeklik biriktikçe, imgeye dönüşür.” — Guy Debord
Yabancılaşma, Marx’ın kavramsallaştırdığı üretimden kopuşu aşarak gündelik hayatın tamamını kapsar. İnsan yalnız emeğinden değil, kendi deneyiminden, ilişkilerinden, hakikatinden de kopar. Debord, bu sürecin iki farklı biçimini tarif eder: yoğunlaşmış gösteri (otoriter rejimlerin propaganda aygıtı) ve dağınık gösteri (liberal kapitalizmin reklam ve tüketim düzeni). Modern dünyada ise bu iki biçim iç içe geçmiştir; devletin gözetimi ile piyasanın büyüsü aynı sahnede oynar.
Debord’un uyarısı açıktır: Gösteri, yalnızca gözümüzü oyalayan bir sis perdesi değil, aynı zamanda politik bir felçtir. İmge bombardımanı, eleştirel düşüncenin kökünü kurutur; birey, başka bir dünyanın mümkün olduğunu tahayyül etmekten alıkonur. Bu yüzden devrim, Debord için salt ekonomik bir altüst oluş değil, hayatın kendisinin yeniden ele geçirilmesidir.
Bugün sosyal medya akışlarının sonsuz kaydırmasında, liderlerin birer televizyon imajına indirgenmesinde, gündelik hayatın reklam estetiğiyle formatlanmasında Debord’un teşhisi daha da berrak görünür. Okurken sık sık elimdeki kitabın sayfaları ile telefon ekranı arasında kurduğum gerilimi daha net hissettim. Gösteri, yalnızca izlenen değil, yaşanılan da bir şeydir. Ve asıl soru hâlâ masada duruyor:
Yaşamı geri alabilecek miyiz?
Kendi kendime şu notu düştüm: Gösteriyle çevrili dünyada kendimize açacağımız tek alan, hakikatin çıplak sahnesidir.

Yorum Yazın