Bu yazı bir çağrı değil. Kronos'un unutturmaya çalıştığı zamana düşülmüş bir not. Nemesis'e yazılmış bir işaret. Mnemosyne'ye sessiz bir selam. Eris'e açık bir davet.
"Ben ne için ölüyorum?" diye sormuştu Antigone. Belki şimdi yeniden sormalıyız: Biz ne için yaşıyoruz? Ve daha önemlisi: Kim yazıyor bizim adımıza zamanı?
Uyumanın pek mümkün olmadığı bir gecenin sabahı, direncimi kaybedip birkaç saat uykunun ardından anlamlandıramadığım bir yankıyla uyandım. Yangınla değil, bir sızıyla. Hava dardı ama koku yoktu. Zaman kırılmış gibiydi; o gün, gökyüzünden değil, takvimden düştü kıyamet. Ve ben işte o an anladım: Zaman artık ilerlemiyor, zaman bizi yutuyor.
"Kronos çocuklarını neden yedi? Çünkü her çocuk, zamanı değiştirme ihtimali" diye yazıyordu eski bir metinde. Bugün Kronos'un çocukları biziz; doğan her şeyden korkuyor. Çünkü her doğan, geçmişe bakabilir ve geçmiş, hükmün zayıfladığı yer. Bu yüzden zaman artık bize ait değil: Kronos onu yok etmiyor; yönetiyor, eğiyor, büküyor ve unutturuyor. Silahları belli: Takvimlerin yapraklarıyla yakar geçmişi, resmî bayramlarla üstünü örter, dilleri 'ilerleme' diye diye köreltir.
Mnemosyne, zamanın altında gizli bir su gibi akıyor; kayalara çarparak ilerler bu su: tıpkı bir çocuğun tebeşirle çizdiği resimler gibi, silinir ama izi kalır. Unutmamak direniştir. Yazmak da. Yazdıkça hatırlıyoruz. Hatırladıkça zaman yeniden akıyor. Kronos'un eğip büktüğü zaman çizgisinde, Mnemosyne bir kıvrım, bir dirsek, bir sapma.
Kronos'un hükmü yalnızca takvimlerde değil. Dilin içinde de sürüyor. Her sabah başka bir felaketin adı konuluyor, her akşam başka bir trajedinin üstü örtülüyor. Bu çağda her şey "programlı kriz". Tesadüf değil, ihmal değil. Kronos'un yeni silahı planlı çöküş. Hatırlamaya vakit bırakmayan bir hızla gelişiyor her şey. Yangınlar sadece ormanı değil, hatıraları da kül ediyor. Oysa Antigone'nin mezarı şimdi yanan bir zeytin ağacının altında. Ve biz, damacana taşıyan çocukların ellerine bakarak anlıyoruz: Zamanın değil, iktidarın iştahı bizi yutuyor. Alev gibi yutuyor memleketi hem de. (Maalesef mecazen de değil) Kimi zaman bir açıklamayla, kimi zaman sessizlikle... Hep istikrarlı bir iştahla.
Bütün bunları düşündüğüm bir sabah, Jean Anouilh'in Antigone'si geldi aklıma. Bir kadının yalnız başına, kendisine yasaklanmış bir mezarı kazması. Toprak iktidarın değil. Yas da, yası taşıyanın. Antigone, "Kimsenin anlamadığı bir düzenin kurbanı olmaktansa, ölmeyi tercih ederim" demişti. Ölüm bir reddedişti onun için. Bugünse ölüm, ne yazık ki çoğu zaman pasiflik biçimi. Çünkü düzen seni yaşarken de öldürebiliyor. Ve seni yaktıktan sonra hatırana ad veriyor.
(Yakmak derken hala aklım memleketimin yok olan ağaçlarında, geleceğinde…)
Bazen soruyorum kendime: Bu ülkede bir mezarın başında ne kadar durabilir insan? Bir kaybın ardından ne kadar sessiz kalabilir? Ya da kaç gün sonra suskunluk, unutmakla yer değiştirir?
Nemesis hâlâ uykuda. Bu adaletin değil, öfkenin gecikmesi. Nemesis uyanırsa dengeler bozulur. Sistem onun uykusundan faydalanır. Gözleri kapalı adalet, adaletsizliği besleyenlerin ekmeğine yağ sürer. Nemesis uyanmadıkça her şey aynı kalır. Ama belki bir sabah, beklenmedik bir anda, o uyanır ve teraziyi değil, aynayı gösterir. Biz de o aynada kendimizle birlikte unuttuklarımızı görürüz.
Nemesis'in adı intikamla anılır. Oysa o hınç taşımaz. Dengeyi gözetir. Aşırının karşısında bir denge taşı gibi durur. Her şeyi olması gerektiği yere iade eder. Belki de bu yüzden hep görmezden gelinir.
Eris bekliyor sonra. Bir türkünün yasaklı dizesinden doğar o çoğu zaman. Çatışmanın tanrıçası. Her sessizlik bir çatlak çünkü. O çatlakta büyür Eris. Yavaş yavaş, sabırla, silmeye direnenlerin içinde. Çünkü çatışma yalnızca öfkeyle değil, anlamla başlar. Ve her anlam bir hatırlamanın meyvesi. O yüzden çatışma sadece yıkmaz; aynı zamanda yeni olanın kapısını aralar.
Bu yazı bir çağrı değil. Kronos'un unutturmaya çalıştığı zamana düşülmüş bir not. Nemesis'e yazılmış bir işaret. Mnemosyne'ye sessiz bir selam. Eris'e açık bir davet.
"Ben ne için ölüyorum?" diye sormuştu Antigone. Belki şimdi yeniden sormalıyız: Biz ne için yaşıyoruz? Ve daha önemlisi: Kim yazıyor bizim adımıza zamanı?
Ve neden hep böyle yazdığımı soranlara şöyle derim: Çünkü bu çağda hakikat saklanmaz; unutturulur. Ve unutuşa karşı en eski, en kadim direnç biçimi anlatıdır.Yazdıklarımla, hafızanın sınır çizgilerini belirlemeye çalışıyorum. Mit, tanrıça, alev, sızı hepsi birer arayış biçimi. Çünkü zamanın dili tekleştiğinde, çok sesli hatırlama en radikal eylem olur. Bu yüzden yazdıklarım bazen bir ağıt, bazen bir ritüel, bazen de bir çatlak sesi gibi.
Çünkü ben tanrıların öfkesinden değil, insanların suskunluğundan korkarım.
Çünkü zamanın diliyle yazmayı reddediyorum.
Çünkü hafızayı korumak için kelimelerimi seçiyorum.
Çünkü anlatı yalnızca bir biçim değil; bir duruş.
Bu üslup, bir ses değil yalnızca; bir taraf olma biçimi.
Bitirirken tekrar hatırlayalım. Antigone'nin sorusu canlı kaldıkça, anlam da yaşamaya devam edecek.

Yorum Yazın