Ve kimse, bir başkasının çocukluğunun yaralarını sonsuza dek taşımayı kaldıramaz. Sevdiğin kişiyle değil, onun çocukluğuyla yaşarsın bazen. O çocuk hâlâ ağlıyorsa, sevgi hep uykusuz kalır.
“İnsan birini sevdiğinde, kendini onun çocukluğunun insafına bırakır.”
Ne eksik, ne fazla. Sevgi dediğimiz şey çoğu zaman bir yetişkini değil, onun içinde hâlâ susmayan bir çocuğu sahiplenmektir. Yaralı, görülmemiş, susturulmuş o çocuğu. Ve biz, sevdiğimizi sanırken aslında onun hikâyesine dâhil oluruz; bize anlatmadığı, belki kendine bile itiraf edemediği o eski zaman masalına.
Biriyle yakınlaştığında, yalnızca ellerini değil, geçmişini de tutmuş olursun. Onun ilk hayal kırıklıklarını, korkularını, annesinin suskunluğunu, babasının gölgesini… İşte o yüzden bazı sevgiler başlarken bile yorgundur. Çünkü sen, sadece bugünkü hâlini değil; sevilmemişliğini, yetemeyişini, sessizliğini de omuzlanırsın. Ve eğer dikkat etmezsen, bir başkasının eksik büyümüş taraflarında kendini tüketirsin.
“İnsan geçmişiyle sevilir.”
Bu cümleyi Karl Ove Knausgaard yazmıştı. Çok haklıydı. Çünkü karşındaki kişi seni seviyor gibi dursa da, aslında çocukken görmediği ilgiyi senin gözlerinde tamamlamaya çalışır. İyileşmemiş ne varsa, ilişkiye taşınır. Sessizliği sana yük olur, öfkesini seninle yıkar, sevgisini vermekte hep gecikir. Çünkü içinde hâlâ susmamış bir çocuk vardır, kimsenin sarmadığı.
Ve sen, bir gün şunu fark edersin: Onu değil, onun eksik kalan taraflarını ayakta tutmaya çalışmışsın. Sevgi bir çabaya, sonra bir yorulmaya, sonra da bir eksilmeye dönüşür.
Yine de en dokunaklı aşklar buradan doğar belki. Çünkü insan, bir başkasının çocukluğuna sarılmaya cesaret ettiğinde, gerçek bir bağ kurar.
Ama şunu unutma:
“Sevgi, bir sığınak değilse; bir enkaza dönüşür.”
Ve kimse, bir başkasının çocukluğunun yaralarını sonsuza dek taşımayı kaldıramaz.
Sevdiğin kişiyle değil, onun çocukluğuyla yaşarsın bazen.
O çocuk hâlâ ağlıyorsa, sevgi hep uykusuz kalır.

Yorum Yazın