Makroekonomik tablo ve siyasi çelişkiler bir yana, programın asıl test edildiği yer sokağın ve vatandaşın gündelik hayatıdır. Bu noktada iki somut gelişme durumu özetliyor. Birincisi, çiğ süt tavsiye fiyatına yapılan %7'lik zam; bu, gıda enflasyonunun ve mutfaktaki yangının süreceğinin en net işareti. İkincisi ve daha derini ise barınma krizi.
Ekonomi politikasında rota, her zaman sadece teknik verilerle ve rasyonel hedeflerle çizilmez. Çoğu zaman siyasetin dehlizlerindeki güç mücadeleleri, farklı çıkar gruplarının beklentileri ve kapalı kapılar ardında verilen mesajlar, en az Merkez Bankası’nın faiz kararları kadar belirleyici olur. Son dönemde iktidara yakınlığıyla bilinen medya gruplarında, özellikle de Yeni Şafak ve çevresinde Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in programına yönelik artan eleştirel yayınlar, tam da böyle bir sürece işaret ediyor.
Peki, iktidarın yayın organı olarak bilinen bir medya grubu, yine iktidarın atadığı bir bakanın programını neden bu denli sert eleştirir? Bu eleştirilerin satır aralarını okuduğumuzda, iki temel argüman öne çıkıyor: Birincisi, yüksek faiz politikasının reel sektörü, üretimi ve yatırımları durma noktasına getirdiği; ikincisi ise programın yükünün neden sanayicinin ve dar gelirlinin sırtında olduğu, “dövizden ve faizden para kazananlardan” neden ek bir vergi alınmadığı sorusu.
Muhalif medyada sıkça dillendirilen ve bu yayınlarla da desteklenen iddia, bunun basit bir eleştirinin ötesinde, iktidar bloku içindeki derin bir felsefi ve siyasi kavgayı yansıttığı yönünde. Bir yanda, uluslararası piyasalara yeniden güven vermeyi hedefleyen, enflasyonla mücadeleyi önceliklendiren ve bunun için yüksek faiz ve acı reçeteyi zorunlu gören “Şimşek ekolü” var. Diğer yanda ise bu programı geçici bir zorunluluk olarak gören, hatta temel felsefesine karşı olan, üretime ve düşük faize dayalı eski modele dönmek için fırsat kollayan bir başka grup olduğu konuşuluyor. İşte bu durum, piyasalardaki en büyük soruyu doğuruyor: Programın gerçek sahibi kim? Bu program, sonuna kadar arkasında durulacak bir devlet politikası mı, yoksa siyasi rüzgârların yön değiştirmesiyle rafa kaldırılabilecek emanet bir çerçeve mi?
Bir yanda Erdoğan’ın programa desteğinin tam olduğunu söyleyen Şimşek diğer yanda daha önce benzeri bir program nedeniyle Naci Ağbal’ın görevden alınmasında etkisi olduğu konuşulan lobi ve sözcüsü Yeni Şafak.
Bu kavganın ise kaybedeni belli.
Türkiye ekonomisi!
İşte bu ekopolitik gerilim ve artan çatlak sesleri ortamında, dün açıklanan bütçe rakamları, tartışmaların neden alevlendiğini ve programın maliyetinin ne kadar ağır olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.
Bütçenin Alarm Zilleri: Faiz Giderleri Nereye Koşuyor?
Haziran ayında bütçenin 330 milyar TL, yılın ilk altı ayında ise 980,5 milyar TL açık vermesi, tek başına endişe verici bir tablo. Ancak asıl kritik olan, bu açığın kompozisyonu. Haziran ayında faiz harcamalarının bir önceki yılın aynı ayına göre %177 gibi devasa bir oranda artarak 275,7 milyar TL'ye ulaşması, programın en ağır bedelini net bir şekilde ortaya koyuyor. Uygulanan yüksek faiz politikasıyla ülkeye çekilen sıcak paranın ve artan iç borçlanmanın faturası, vergi gelirlerinin önemli bir kısmının doğrudan faize gitmesi anlamına geliyor. Yılın ilk altı ayındaki faiz giderleri ise 1,1 trilyon TL’ye ulaştı.
Bu rakamın ne anlama geldiğini daha iyi anlamak için bir karşılaştırma yapalım: Devletin en önemli iki hizmet alanı olan eğitim ve sağlığa aynı altı aylık dönemde yaptığı toplam harcama tutarı 1,2 trilyon TL. Yani, milyonlarca öğrenciye, öğretmene, okullara, hastanelere ve doktorlara ödenen paranın neredeyse tamamı kadar bir meblağı, sadece borçlarımızın faizi için ödemiş durumdayız. Şimdi anladınız mı neden eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm alanlarda kamu hizmetleri tel tel dökülüyor? Çünkü buralara gitmesi gereken kaynaklar, iktidarın yıllardır uyguladığı “inat politikaları” için harcandı, harcanmaya da devam ediyor. Bu faiz sarmalı, geleceğimizi de ipotek altına alıyor.
Politika Tutarlılığı Testi: Kredi Kartları ve Popülizm Riski
Bütçe üzerindeki bu ağır baskı, siyasetin ekonomi üzerindeki etkisini ve kendi içindeki çelişkilerini de su yüzüne çıkarıyor. Tam da iç talebi kısmak ve harcamaları yavaşlatmak üzerine kurulu bir politika seti uygulanırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kredi kartı komisyonlarının düşürülmesi yönündeki talimatı, programın tutarlılığına yönelik ciddi bir soru işareti yaratıyor. Bu hamle, para politikasının etkinliğini azaltma ve "bir elin yaptığını diğer elin bozduğu" algısını güçlendirme riski taşıyor. Böylesi çelişkili sinyaller, hem iç piyasalarda hem de programın en önemli paydaşlarından olan yabancı yatırımcılar nezdinde güven erozyonuna neden olabilir.
Sokağın Gündemi: Süt Fiyatı ve Barınma Krizi
Makroekonomik tablo ve siyasi çelişkiler bir yana, programın asıl test edildiği yer sokağın ve vatandaşın gündelik hayatıdır. Bu noktada iki somut gelişme durumu özetliyor. Birincisi, çiğ süt tavsiye fiyatına yapılan %7'lik zam; bu, gıda enflasyonunun ve mutfaktaki yangının süreceğinin en net işareti. İkincisi ve daha derini ise barınma krizi. Yüksek faizler nedeniyle vatandaşın krediye ulaşamadığı, kiraların düşmediği bir ortamda, gündeme gelen “Gayrimenkul Sertifikası” ihracı, sorunun çözümünden çok, durma noktasına gelen inşaat sektörüne finansman yaratma hamlesi olarak okunmalıdır.
Sonuç olarak; ekonomi bir yandan bütçede devasa faiz maliyetleriyle, bir yandan kendi içinde tutarsızlık riski taşıyan politika sinyalleriyle, en önemlisi de sokağın yakıcı gerçekleriyle sınanıyor. Medyada başlayan ve iktidarın farklı kanatları arasındaki görüş ayrılıklarını yansıtan tartışmalar, programın siyasi sahipliğinin ne kadar güçlü olduğunu sorgulatıyor. Ekonomik programlar, sadece bilançolarda değil, en çok da toplumun vicdanında ve siyasi iradenin tam desteğiyle sınav verir. Bu sınavı başarıyla geçmenin yolu ise maliyeti sadece vatandaşa yüklemekten değil, sorunlara gerçekçi, yapısal ve adil çözümler üretmekten geçer.

Yorum Yazın