Lozan ve 1924 Anayasası'nın mirası, Türkiye’nin devlet biçimini anlamak açısından sadece geçmişin değil, bugünün de anahtarıdır. Üniter yapı, etnik, dini ya da bölgesel temelli parçalanmalara karşı bir direnç mekanizması olarak kurgulanmış; Cumhuriyet'in temel taşı niteliğini korumuştur. Gelinen noktada bu miras, yeni anayasal arayışlar ve siyasal reform tartışmaları içinde dahi etkisini sürdürmektedir.
Geçtiğimiz günlerde terör örgütü PKK’nın aldığı “kendini feshetme” kararı, ideolojik ve tarihsel bir manifesto niteliği taşıyan açıklamaları da beraberinde getirmiştir. Örgüt, bu açıklamalarında özellikle 1923 Lozan Barış Antlaşması’nı ve ardından gelen 1924 Anayasası’nı eleştirerek, bu belgelerin “çok kimlikli, çok dilli” bir siyasal düzenin tasfiye edilmesine ve “tek ulus, tek dil” esaslı bir devlet modelinin inşasına zemin hazırladığını iddia etmiştir. Bunun karşısında, örgüt 1921 Anayasası'nı çok hukuklu ve adem-i merkeziyetçi yapısıyla “çoğulculuğun kaynağı” olarak işaret etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasal ve idari yapısının biçimlenmesinde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde atılan adımlar hayati öneme sahiptir. Bu bağlamda, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile 1924 yılında kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yalnızca yeni bir devletin kuruluş belgeleri olmakla kalmamış, aynı zamanda bu devletin üniter yapısını kurumsallaştıran iki temel sütun olarak işlev görmüştür. Bu iki metin hem uluslararası meşruiyetin sağlanması hem de iç hukuk düzeninin inşası bağlamında birbirini tamamlayan nitelikte olup, üniter devlet modelinin hem dış politika hem de iç yapı açısından zeminini oluşturmuştur.
Lozan Barış Antlaşması: Yeni Devletin Uluslararası Tescili
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışının ardından ortaya çıkan çok aktörlü siyasal boşlukta, Türkiye'nin egemenlik haklarının tanınması süreci Lozan Barış Antlaşması ile tamamlanmıştır. Antlaşma, yalnızca savaşın ardından barışın tesisiyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarını, siyasal statüsünü ve hukuki varlığını uluslararası hukuk nezdinde onaylamıştır. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması, ekonomik bağımsızlığın ve eşit diplomatik temsilin sağlanması bakımından antlaşma, devletin tam egemenlik prensibine dayalı yapısına temel teşkil etmiştir.
Lozan’da azınlık haklarına dair yapılan düzenlemeler, çok uluslu yapıdan tek uluslu devlet modeline geçişin hukuki yansımaları olarak öne çıkmaktadır. Bu hükümler, bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına alırken, kolektif özerklik taleplerine mesafeli yaklaşımıyla üniter devlet anlayışını pekiştirmiştir. Antlaşmanın bu yönü, merkezileşmiş bir ulus-devlet inşasında dış müdahale riskini minimize etmeye dönük stratejik bir tercih olarak okunmalıdır.
1924 Anayasası: Ulusal Egemenliğin İç Hukukta Kurumsallaşması
Lozan Barış Antlaşması'nın sağladığı uluslararası meşruiyetin iç hukukta sürdürülebilir bir devlet düzenine dönüştürülmesi, 1924 Anayasası aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Anayasa, egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğunu açıkça ilan ederek, ulusal egemenlik ilkesini anayasal bir norm haline getirmiştir. Bu çerçevede yasama, yürütme ve yargı erkleri, merkezi hükümetin denetiminde şekillenmiş; yerel yönetimlerin anayasal pozisyonu ise merkeziyetçi yapı doğrultusunda sınırlandırılmıştır.
Söz konusu anayasa, laiklik ilkesi ile sadece din-devlet ilişkilerinde bir dönüşümü değil, aynı zamanda etnik ve mezhepsel çeşitliliğe karşı birleştirici bir üst kimlik inşasını da amaçlamıştır. Bu durum, din temelli ayrışmaları önleyici ve siyasal bütünlüğü destekleyici bir araç olarak değerlendirilmiştir.
Tek meclisli parlamenter yapı ve güçlü bir yürütme organı, karar alma süreçlerinin etkinliğini arttırmayı hedeflemiş; böylece devlet aygıtının idari bütünlüğü anayasal düzlemde sağlanmıştır.
Birbirini Tamamlayan İki Süreç: Uluslararası Meşruiyetten İç Bütünlüğe
Lozan Barış Antlaşması ve 1924 Anayasası, birbirinden bağımsız değil, aksine birbirine bağlı süreçlerin parçaları olarak düşünülmelidir. İlki, devletin dış dünyada tanınmasını ve bağımsız bir aktör olarak varlık göstermesini mümkün kılarken; ikincisi, bu varlığın iç hukukta somut ve sürekli hale gelmesini sağlamıştır. Özellikle dış tehditlere karşı bir “hukuki zırh” işlevi gören Lozan, iç tehditlere karşı ise Anayasa ile örülmüş bir “idari kale” niteliği taşımıştır.
Bu çerçevede, her iki belge de Türkiye’nin üniter devlet yapısının hem tarihsel hem de yapısal temellerini atmış; bu yapının sürekliliğini sağlamaya dönük anayasal ve diplomatik stratejilerin öncüsü olmuştur. Ancak, bu güçlü merkeziyetçilik anlayışı, zaman içinde yerel ihtiyaçların göz ardı edilmesine ve katılımcı demokrasinin sınırlandırılmasına neden olmuştur. Buna rağmen, özellikle Cumhuriyet'in ilk döneminde ulusal birliğin inşası açısından merkezi yapı kaçınılmaz görülmüştür.
Tarihsel bir tercih mi, stratejik bir zorunluluk mu?
Bugünün Türkiye’si açısından değerlendirildiğinde, Lozan Antlaşması’nın sağladığı uluslararası güvenceler ile 1924 Anayasası'nın kurduğu idari çerçeve, halen ülkenin siyasi ve toprak bütünlüğünü koruma arayışlarında referans noktaları olarak işlev görmektedir. Üniter devlet modeli, yalnızca tarihsel koşulların bir ürünü değil, aynı zamanda Türkiye’nin güvenlik, istikrar ve bütünlük eksenli stratejik tercihinin de bir yansımasıdır.
Bu nedenle, Lozan ve 1924 Anayasası'nın mirası, Türkiye’nin devlet biçimini anlamak açısından sadece geçmişin değil, bugünün de anahtarıdır. Üniter yapı, etnik, dini ya da bölgesel temelli parçalanmalara karşı bir direnç mekanizması olarak kurgulanmış; Cumhuriyet'in temel taşı niteliğini korumuştur. Gelinen noktada bu miras, yeni anayasal arayışlar ve siyasal reform tartışmaları içinde dahi etkisini sürdürmektedir.

Yorum Yazın