Bir toplumun kalp atışını anlamak için sokakların gürültüsüne değil, kimi zaman bir düşünürün en karanlık satırlarına eğilmek gerekir. Emil Michel Cioran’ın Çürümenin Kitabı tam da böyle bir satır örgüsüdür: dağınık notlar, aforizmalar, kısa öfke patlamaları… Hepsi tek bir şeyin etrafında döner: çürüme. Ben de bu yazıyı kitabı özetlemek için değil, bana hissettirdiklerini bugünün çürüyen atmosferiyle yan yana getirmek için kaleme aldım. Bu bir kitap analizi değil; okunanla yaşananın birbirine dokunduğu bir tanıklık.(Son zamanlarda çok sık oluyor farkındayım)
Yazıyı yazacağım gün olduğunu bilmeden, rutin ev içi emeğin aktive olduğu o gün kahvaltı hazırlamak için buzdolabını açtığımda en üst rafta unutulmuş bir domates gözüme çarptı. Dışı hâlâ kıpkırmızıydı; ama parmaklarım değdiği anda kabuğu eriyip içi avucuma aktı. Keskin, metalik bir koku mutfağa yayıldı. O an anladım: çürüme görünmez bir sabırla içten içe işleyen ve en beklenmedik anda patlayan bir gerçeklikti. Tıpkı toplumun kabuğu gibi; parlak, gösterişli, ama dokunduğunda dağılmaya hazır.
“Her şey görünüm değiştirir; güneş bile eskir, mutsuzluk bile…”
Bir domatesin bozulması bile, bir toplumun değerlerinin içten içe çürümesine benziyordu. Dışarıdan hâlâ kırmızı, hâlâ canlı görünen şeyin aslında çoktan içi boşalmıştı.
Bugün biz de benzer bir tecrübeyi yaşamıyor muyuz? Kurumların içi boşaldığında geriye sadece kabuk kalıyor. Adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar ağızda dönüyor ama anlamı kaybolmuş. Siyaset aynı sözleri tekrarlıyor; adalet sarayları yükseliyor ama adaletin kendisi yok. Ekonomi rakamlarla süsleniyor ama mutfaklarda açlık büyüyor. Bir ülke sürekli “yenileniyor” gibi görünürken, aslında çürüme en çok dilin içinde kokuyor.
“Vaktiyle bir benliğim vardı; artık sadece bir nesneyim…”
Bu söz yalnız bireyin ruh hâlini değil, toplumsal yapıyı da anlatıyor. Benlik nasıl nesneye dönüşüyorsa, toplum da zamanla yalnızca kâğıt üzerinde duran kurumlara dönüşüyor. Üniversite var ama düşünce yok; sendika var ama örgütlülük yok; gazete var ama haber yok. Çürüme tam da bu: kabuğun içini kaybetmesi.
“Yaşam, anlamsızlığını çoğaltarak kendini dayanılmaz kılar; ölümden daha korkunç olan, bu bitimsiz boşluktur.”
Çürümeyi fark etmek ürpertici olsa da bir açıklık getirir. Çünkü kabuk çatladığında, içi boşaldığında bile geriye bazen küçücük ama canlı bir şey kalır. Bir medeniyetin yıkıntıları arasında dolaşmak da insana hem korku hem de açıklık verir; yıkıntılar bir sonu değil, yeniden başlamanın ihtimalini gösterir. Cioran’ın karanlık satırları da böyledir: her şeyin çöktüğünü söyler ama bu çöküşün içinde yeni bir başlangıcın ihtimalini de saklar.
Belirtmeden geçemeyeceğim.Gösteri Toplumu üzerine yazarken de, şimdi Çürümenin Kitabı üzerine düşünürken de vardığım yer aynı oldu: hayatın sessizce bizden uzaklaşması, kurumların içinin boşalması ve geriye kalan sorular…Farklı kitaplara eğiliyor, farklı kavramlara sarılıyoruz; ama hepsi bizi aynı çıkmazın kapısına bırakıyor. İşte bu da edebiyatın neden önemli olduğunun kanıtı: çünkü farklı sayfalar, farklı kelimeler, bize yine aynı hakikati gösteriyor.
Bugünün dünyasında bu satırların yankısı daha da belirgin. Yoksullaşan halklar, yozlaşan kurumlar, iktidarın çürümüş dili, bireylerin tükenmişliği… Hepsi iç içe geçiyor. Gazetelerde aynı manşetler dönüyor, sokaklarda aynı yoksulluk sahneleri yineleniyor. Peki ya bu çürüme sadece dışarıda mı? Cioran’ın “nesneye dönüşen benlik” dediği şey, yavaş yavaş içimize de işlemiyor mu? Aynı çürümüş söylemleri dinlemek, aynı çözümsüzlükleri izlemek bizi de birer seyirciye, birer “nesneye” dönüştürmüyor mu? En korkuncu da, bu halin zamanla “normal”leşmesi. Çürümenin en büyük zaferi, artık fark edilmeyişi. Avucuma akan domatesin kokusu belki de bunun uyarısıydı: Sadece dışarıdakini değil, içimizdeki çürümeyi de fark etmeliyiz.
‘Yazılmış bir cümle bile çürümenin ağırlığı altında silinip gidebilir. Edebiyat bu kırılganlığıyla kıymetli: kalıcı olduğundan değil, yeniden söylenme ihtimaliyle direniş imkânı sunduğundan.’
Ama şimdi sormadan edemiyorum: Çürümeyi gördük, yazıya döktük, tarihe işledik. Üstelik belki onun bir parçası da olmaya başladığımızı fark ettik. Peki bundan sonra nasıl bir not düşeceğiz? Çürümenin Kitabı’nın ötesine geçmek için başka bir kitap mı yazmalı, yoksa bu kez yeni bir soru mu sormalı? İçimizdeki seyirciyi öldürüp sözü yeniden ele almanın zamanı mı? Biz hâlâ susarken hangi gelecek bizim adımıza konuşacak?

Yorum Yazın