Zenginlik, yalnızca rakamlarla değil, hayatın içinde hissedilen bir şeydir. Bugün Türkiye’de bu hissiyat, her geçen gün biraz daha kayboluyor. Gerçek refah, milyoner sayısını artırmakla değil, herkesin insanca yaşayabileceği bir sistem kurmakla mümkündür.
Bir ekonomi düşünün: Dünyada dolar milyoneri sayısını en hızlı artıran ülke. Sadece bir yılda 7.000 yeni milyoner. Manşetlerde alkışlanan bir başarı tablosu. Ama şimdi soralım: Aynı tabloda yer alan halk, gerçekten daha mı zengin?
UBS’in 2025 Küresel Servet Raporu’nu elinize aldığınızda, Türkiye’nin bu parlak istatistiklerde başrol oynadığını görüyorsunuz. Ancak birkaç sayfa sonra tablo değişiyor. Göz kamaştıran rakamların ardında, gerçeği arayan gözler için bambaşka bir hikâye başlıyor.
Zenginleşen bir azınlık, yoksullaşan bir çoğunluk
Türkiye’de toplam servet yerel para birimiyle yüzde 35’in üzerinde artmış gibi görünüyor. Ancak bu “artış” enflasyondan arındırıldığında tablo tersine dönüyor: Gerçekte kişi başına düşen servet yüzde 14,6 oranında azalıyor. Daha kötüsü, toplumun ortalama bireyini temsil eden “medyan servet” açısından bu daralma yüzde 21’e ulaşıyor.
Peki, bu nasıl bir matematik? Hem milyoner sayımız patlıyor hem de hep birlikte fakirleşiyoruz? Cevap aslında çok basit ve hepimizin ezbere bildiği bir kelimede saklı: Enflasyon.
Düşünün ki elinizde bir ev var. Geçen sene 2 milyon TL ediyordu, bu sene değeri 5 milyon TL oldu. Kâğıt üzerinde üç milyon kâr ettiniz, değil mi? Ama o bir senede marketteki peynir dört kat, arabanın kaskosu beş kat arttıysa, aslında ne kadar zenginleştiniz? İşte Türkiye’nin hikayesi tam olarak bu. Varlıklarımızın TL cinsinden değeri o kadar hızlı şişiyor ki, bir grup insan kendini dolar milyoneri listesinde buluyor. Ancak geri kalanımız için bu “zenginleşme”, eriyen maaşlar ve boşalan cüzdanlar karşısında acı bir şakadan ibaret kalıyor.
2021’de Türkiye ekonomisinde yaşanan olumsuz dönüşümü hatırlayalım. Türkiye uzun bir süre boyunca, düşük faizle pompalanan kredilerle iç tüketimi ve verimsiz inşaat sektörünü canlandırarak büyümeye çalıştı. Bu modelin uygulandığı dönem ucuz krediye erişenler yatırıma değil gayrimenkule ve tüketime yöneldi. Gayrimenkul fiyatlarının fırlamasıyla varlıklarının değeri artan bir avuç insan dolar milyoneri olurken, toplumun geri kalanının yaşam kalitesi düşüyor. Yani Türkiye, birkaç kişinin zenginleşmesini alkışlarken, milyonların sessiz yoksullaşmasını izliyor.
Bu bir “milyoner patlaması” değil, servet adaletsizliğinin patlaması
Türkiye’de gelir ve servet eşitsizliği artık bir istatistik değil, bir yaşam gerçeği. Gelir veya servet dağılımındaki eşitsizliği ölçmek için kullanılan Gini katsayısı 0.73’e ulaşmış durumda.Gini katsayısının değeri 0 ile 1 arasında değişir:
- 0 tam eşitliği (herkesin geliri veya serveti aynı),
- 1 ise tam eşitsizliği (tüm gelir ya da servetin tek kişide toplandığı durum) ifade eder.
Bu oran, Türkiye’yi dünyanın en eşitsiz ülkelerinden biri yapıyor. Artan milyoner sayısı, toplumsal refahın değil, servetin tepede daha da yoğunlaştığının kanıtı.
Ve bu tablo sadece bugünü değil, geleceği de tehdit ediyor. Önümüzdeki 20 yıl içinde yaşanacak kuşaklararası servet transferi, var olan eşitsizlikleri daha da kalıcı hale getirme riski taşıyor.
Uzun süredir ekonomiyi birkaç gösterişli rakamla süsleyip, “başarı hikayesi” anlatmayı alışkanlık haline getirdik. Ama artık kartlar açık oynanıyor. UBS raporu, Türkiye’nin sahici refah üretmek yerine vitrin zenginliğiyle avunduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Varlık Var Ama Ekonomi Neden Zayıf?
Türkiye’de bireylerin servetleri büyük ölçüde gayrimenkule dayanıyor. Finansal sistemle bağlantısı düşük. İnsanlar borsadan, yatırımlardan değil; ev fiyatlarının artışından “zenginleşiyor.” Bu durum, servetin üretken değil, durağan bir yapıda olduğunu gösteriyor.
Ayrıca Türkiye, düşük borçluluk oranıyla övünse de bu durum, finansal araçlara erişimin sınırlı olduğu anlamına da geliyor. Başka bir deyişle, servet biriktirenlerin değil, kenarda kalanların ülkesindeyiz.
Slogan ekonomi dönemi bitti: Gerçekleri konuşma zamanı
Uzun süredir ekonomiyi birkaç gösterişli rakamla süsleyip, “başarı hikayesi” anlatmayı alışkanlık haline getirdik. Ama artık kartlar açık oynanıyor. UBS raporu, Türkiye’nin sahici refah üretmek yerine vitrin zenginliğiyle avunduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Ekonomiyi gerçekten değerlendirmek istiyorsak, bunu milyonlarca insanın cebindeki alım gücüne, konut hayaline, geleceğe dair güvenine bakarak yapmalıyız.
Son söz: Sayıların ardına bakabilen bir ülke olmak
Raporun en öğretici yanı şu: Zenginlik, yalnızca rakamlarla değil, hayatın içinde hissedilen bir şeydir. Bugün Türkiye’de bu hissiyat, her geçen gün biraz daha kayboluyor. Gerçek refah, milyoner sayısını artırmakla değil, herkesin insanca yaşayabileceği bir sistem kurmakla mümkündür.
Eğer gözümüzü sadece tavan fiyatlara, büyüyen varlıklara ve döviz bazlı başarı öykülerine dikersek, tabandaki sessiz çöküşü kaçırırız.
Ve unutmayalım: Servetin gerçek gücü, kaç kişiye umut olduğu ile ölçülür.

Yorum Yazın