Turgay Bozoğlu, izlenen ekonomi politikalarının sadece bugünü değil, aynı zamanda nereden nereye geldiğimizi ve potansiyel olarak neleri kaybettiğimizi gözler önüne serip, neler yapılması gerekenleri reçete olarak yazdı.
Saygıdeğer okuyucu,
Bugün sana Türk vatandaşı ve ekonomi yazan çizen biriolarak, günümüzün karmaşık küresel ve yerel koşullarında ülkemizin içinde bulunduğu enflasyon çıkmazı ve bu sarmaldan çıkarak sürdürülebilir bir kalkınma patikasına nasıl girebileceğine dair görüşlerimi anlatmak, dertleşmek istiyorum. Bu değerlendirme, sadece bugünü değil, aynı zamanda nereden nereye geldiğimizi ve potansiyel olarak neleri kaybettiğimizi de anlatmak zorunda.
Başlangıç Noktası: 2010 - Fırsat Penceresi ve Kayıp Yıllar
Tahlilimize başlamak için bir milat belirleyelim: 2010 yılı. Şimdi zaman makinesinde o yıllara dönelim. Geçmişe kırk bir aynadan da olsa bakalım. O yıllarda Türkiye, dinamizmiyle parlayan, Avrupa'ya yakınsayan bir başarı hikayesiydi. Bu tarih, Türkiye'nin 2001 krizi sonrası uyguladığı başarılı ekonomik programın meyvelerini topladığı, küresel finans krizinden görece hızlı sıyrıldığı ve birçok gelişmekte olan ülke için bir başarı hikayesi olarak görüldüğü bir dönemin zirvesidir. Söz konusu zaman diliminde kişi başına düşengelirimiz, bugün bizi fersah fersah geride bırakan Polonya ile hemen hemen aynıydı. Romanya ise hayli gerimizdeydi. Avrupa Birliği'ne yakınsama (convergence) hedefi gerçekçi görünüyordu
Peki, 2010'dan bugüne ne oldu? Kıyaslamalı bir bakış, kaybedilen zamanın ve fırsatın boyutunu net bir şekilde ortaya koyar. Hep beraber zamanın kırık aynasına bakalım.
Kişi Başına Düşen Milli Gelir (Dolar Cinsinden, IMF Verileriyle Yaklaşık Değerler):
Ülke | 2010 Yılı (USD) | 2024Yılı (USD) | Değişim |
Türkiye | 10,700 | 15.463 | ~1,45 kat |
Polonya | 12,900 | 26.810 | ~2,08 kat |
Romanya | 8,000 | 21.420 | ~2,68 kat |
Yunanistan | 22,500 | 24.364 | ~1.08 kat (Kriz sonrası toparlanma) |
Görüldüğü üzere, 2010 yılında Türkiye ile benzer bir ligde olan, hatta gerimizde olan Romanya gibi ülkeler arayı kapatıp bizi fersah fersah geçmiş. Polonya, bizim gibi net enerji ithalatçısı olmasına ve benzer demografik dinamiklere sahip(her iki ülkede de gençler toplam nüfusun yüzde 15’ini oluşturuyor) olmasına rağmen kişi başı gelirini neredeyse ikiye katlarken, Türkiye yerinde saymış. Yunanistan dahi, tarihinin en büyük borç krizini yaşamasına rağmen toparlanma sürecinde Türkiye'ye yaklaşmış. Ayrıca Türkiye’de yerleşik hale gelen göçmen nüfus hesaplamalara dahil edildiğinde kişi başına düşen milli gelirin, 15 yılda bir adım ileriye gitmediğini söylemek mümkün.
Türkiye, 2010 yılından bu yana makroekonomik istikrarı kalıcı büyümeye dönüştürme fırsatını büyük ölçüde heba etti. Bu dönem, küresel faizlerin düşük, emtia fiyatlarının ılımlı, jeopolitik risklerin ise nispeten yönetilebilir olduğu bir konjonktürde geçmesine rağmen; Türkiye kurumsal çürüme, popülist ekonomi yönetimi ve öngörülemez politikalar nedeniyle kalkınma potansiyelini maalesef kullanamadı. Onlarsürdürülebilir refaha koşarken, biz beton ve tüketime dayalı, borçla şişirilmiş sahte bir zenginlik balonuyla avunduk. Sonuç? Devasa bir enflasyon canavarı, eriyen alım gücü ve heba edilmiş bir on beş yıl.
Peki bu nasıl oldu?
Yanlışı nerede yaptık?
Cevap basit ve acı: Bilime ve akla sırtımızı döndük. Bir ekonominin anayasası olan öngörülebilirlik ve liyakat ilkelerini terk ettik. Enflasyonla mücadelenin kutsal kalesi olması gereken Merkez Bankası’nı, ekonomi biliminin temel kurallarını hiçe sayan bir deney tahtasına çevirdik. “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” gibi akıl dışı bir inatla, tüm dünya frene basarken biz gaza yüklenince, duvara toslamamız kaçınılmazdı.
Güvenilir kurumlar olmadan, hukukun üstünlüğü tesis edilmeden, mülkiyet hakkı güvence altında olmadan ne yerli ne de yabancı yatırımcı geleceğini planlayabilir. Sermaye, güvende hissettiği limanlara demirler. Bizim limanımız fırtınalıyken, Polonya ve Romanya gibi ülkeler, AB çapası ve istikrarlı politikalarıyla milyarlarca dolarlık yatırımı kendilerine çektiler. Onlar fabrika kurarken, biz AVM inşa ettik. Onlar teknoloji üretirken, biz günü kurtardık. Bu tablo, "orta gelir tuzağına" düşmenin ötesinde, yanlış politika tercihleriyle nasıl aktif bir geri kalma süreci yaşandığının acı bir kanıtı.
Teşhis: Enflasyon Sarmalı ve Büyüme Fırsatlarını Neden Kaçırdık?
Sorunun kökeni tek bir nedene indirgenemez, ancak ana damarları belirgin bir şekilde ortadadır:
1. Kurumsal Çöküş ve Güven Erozyonu: Bir ekonominin temel direği, öngörülebilir ve liyakate dayalı kurumlardır. Özellikle Merkez Bankası'nın bağımsızlığının fiilen ortadan kaldırılması, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nı (TCMB) enflasyonla mücadele görevinden uzaklaştırıp siyasi hedeflerin bir aracı haline getirmiştir. Benzer şekilde, TÜİK gibi veri üreten kurumlara duyulan güvenin sarsılması, ekonomik kararların sağlıklı bir zemin üzerinde alınmasını engelledi.
2. Akıl Dışı Para Politikası: Son yıllarda ısrarla uygulanan "faiz sebep, enflasyon sonuçtur" tezi, ekonomi biliminin temel prensiplerine aykırıydı. Dünyanın geri kalanı enflasyonla mücadele için politika faizlerini artırırken, Türkiye'nin faiz indirmesi, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir negatif reel faiz ortamı yarattı. Bu durum, Türk Lirası'nda devasa bir değer kaybına, döviz kurunun enflasyon üzerindeki geçişkenliğiyle de bir maliyet şokuna ve nihayetinde kontrol edilemeyen bir enflasyon sarmalına yol açtı.
3. Kredi ve Tüketime Dayalı Büyüme Modeli:Sürdürülebilir kalkınma; verimlilik artışı, teknoloji ve katma değerli üretimle olur. Türkiye ise uzun süredir, düşük faizle pompalanan kredilerle iç tüketimi ve verimsiz inşaat sektörünü canlandırarak büyümeye çalıştı. Bu model, kalıcı refah artışı yerine, her krizde daha da derinleşen bir cari açık ve dış borç bağımlılığı yarattı.
4. Yapısal Reformların Terk Edilmesi: 2010'ların başında konuşulan yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, vergi reformu, eğitim reformu gibi acil konular rafa kaldırıldı. Bu durum, ülkenin yatırım iklimini bozarak doğrudan yabancı yatırımları (FDI) caydırdı. Türkiye bu alanda da kan kaybetti.
Türkiye'nin bu çıkmazdan kurtulması için "mucize" değil, akla, bilime ve kararlılığa dayalı bir programa ihtiyacı var. Bu reçete iki aşamadan oluşmalıdır: Acil Stabilizasyon ve Uzun Vadeli Yapısal Dönüşüm.
Reçete: Acı Ama Etkili Tedavi ve Sürdürülebilir Kalkınma Programı
Peki, reçete ne? Mucize beklemeyelim. Türkiye'nin bu çıkmazdan kurtulması için "mucize" değil, akla, bilime ve kararlılığa dayalı bir programa ihtiyacı var. Bu reçete iki aşamadan oluşmalıdır: Acil Stabilizasyon ve Uzun Vadeli Yapısal Dönüşüm.
İlk aşama, ateşi düşürmek. Bu, kararlılıkla uygulanacak akılcı para ve maliye politikası demektir. Yani, Merkez Bankası’nın işini yapmasına izin vermek, popülizm uğruna bütçeyi hoyratça harcamaktan vazgeçmek ve KKM gibi ekonominin sırtındaki kamburları planlı bir şekilde temizlemek. Evet, bu bir süre canımızı yakacak. Ama kangren olmuş kolu kesmeden bedeni kurtaramazsınız.
İkinci ve asıl aşama ise hastayı yeniden ayağa kaldıracak kalıcı şifa. Bu da ancak ve ancak yapısal reformlarlamümkün. Hukukun üstünlüğünü ve yargı bağımsızlığını yeniden tesis etmeden, eğitimi ezbercilikten kurtarıp yirmi birinci yüzyıl yetkinlikleriyle donatmadan, sanayimizi yeşil ve dijital dönüşüme adapte etmeden yaratacağımız her refah, bir öncekinden daha kırılgan olacaktır.
Beyin göçünü tersine çevirmek, sadece daha yüksek maaş teklif etmek değildir. Bu, yetenekli insanlarımıza bir ekosistem sunmaktır. Fikirlerin özgürce tartışıldığı üniversiteler, atamaların liyakatle yapıldığı bir kamu ve özel sektör, inovasyonu ve hatta başarısızlığı dahi tolare eden bir girişimcilik kültürü... Beyin göçü cüzdanla olduğu kadar, umutla da ilgili bir meseledir. Gençlerimize burada bir gelecekleri olduğuna dair somut bir güvence vermeliyiz. Bu güvence, adalet ve fırsat eşitliğidir.
Bu iklimi besleyecek vergi ve teşvik sistemini baştan tasarlamalıyız. Mevcut, karmaşık ve çoğu zaman “adrese teslim” hissi veren teşvikler yerine, basit, şeffaf ve stratejik hedeflere odaklı bir yapıya geçmeliyiz. Vergi sistemimiz, üreteni, yoksulu ve istihdam yaratanı cezalandıran dolaylı vergilere (KDV, ÖTV) dayanmaktan çıkıp, gelire ve servete dayalı adil bir vergi düzenine kavuşmalı.
Peki, hangi sektörleri desteklemeliyiz? İnşaatı değil, aklı ve teknolojiyi. Önceliklerimiz net olmalı: Yazılım, biyoteknoloji, yenilenebilir enerji teknolojileri, finansal teknolojiler (fintek) ve katma değerli tarım ürünleri. Bu alanlarda ihracat odaklı çalışan, Ar-Ge yapan firmalara verilecek vergisel avantajlar ve destekler, Türkiye'yi montaj sanayii ülkesi olmaktan çıkarıp, teknoloji üreten bir lige taşıyacaktır.
Kısacası, onarım sanatı; önce adaleti, sonra liyakati, en sonunda da bu sağlam zemin üzerinde yükselecek stratejik bir sanayi aklını gerektirir. Türkiye’nin potansiyeli muazzam. Yeter ki onu doğru bir planla ve kararlılıkla işleyelim.
Aşama 1: Acil Stabilizasyon Programı (İlk 1-2 Yıl)
Bu aşamanın amacı, kanamayı durdurmak ve ateşi düşürmektir. Acı olacaktır, ancak ertelenemez.
1. Tam Bağımsız ve Güçlü Para Politikası:
o Hedef: Enflasyonu kalıcı olarak tek haneye düşürmek.
o Araçlar:
▪ TCMB'nin karar alma süreçlerinde tam bağımsızlığının anayasal ve yasal güvence altına alınması. Atamaların liyakate göre yapılması.
▪ Enflasyon beklentileri kırılana kadar pozitif reel faizin(politika faizi > beklenen enflasyon) kararlılıkla sürdürülmesi.
▪ TCMB'nin tek ve ana hedefinin "fiyat istikrarı" olduğunun net bir şekilde kamuoyuna deklare edilmesi ve bu hedefe aykırı ikincil görevlerden arındırılması.
▪ Şeffaf ve öngörülebilir iletişim. "Sözlü yönlendirme" etkin bir şekilde kullanılmalıdır.
2. Güvenilir Maliye Politikası (Mali Disiplin):
o Hedef: Bütçe açığını kontrol altına almak ve borç stokunun milli gelire oranını düşürmek.
o Araçlar:
▪ Harcama Kısıtlaması: Verimsiz kamu yatırımlarının (özellikle fizibilitesi şüpheli mega projeler) derhal durdurulması. Kamuda lüks ve israfın önüne geçecek somut bir "Tasarruf ve Verimlilik Paketi"ninuygulanması.
▪ Vergi Reformu: Dolaylı vergilerin (KDV, ÖTV) yükünü azaltıp, servet ve gelir üzerinden alınan dolaysız vergilerinpayını artıracak adil bir vergi reformu. Vergi tabanının genişletilmesi ve kayıt dışı ekonomiyle etkin mücadele.
▪ Kur Korumalı Mevduat (KKM) gibi bütçeye ve Merkez Bankası'na ağır yük getiren uygulamaların kademeli ve planlı bir şekilde sonlandırılması.
Aşama 2: Yapısal Dönüşüm Programı (Orta ve Uzun Vade)
Ateş düştükten sonra hastayı ayağa kaldıracak ve bir daha yatağa düşmesini engelleyecek kalıcı çözümler. Bu haritanın temeli tek bir sütuna dayanır: Hukukun Üstünlüğü. Bu olmadan üzerine koyacağınız her tuğla çürüktür. Yargının bağımsız ve adil, mülkiyet hakkının kutsal, kuralların herkese eşit uygulandığı bir iklim yaratmadan ne beyin göçünü durdurabilir ne de gerçek yatırımcıyı çekebiliriz.
1. Hukuk ve Kurumsal Restorasyon:
o Hedef: Yatırım ortamını iyileştirmek, öngörülebilirliği sağlamak ve "beyin göçünü" tersine çevirmek.
o Araçlar:
▪ Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Bağımsızlığı:Mülkiyet hakkını ve sözleşme özgürlüğünü güvence altına alan, hızlı ve adil işleyen bir yargı sisteminin tesis edilmesi.
▪ Liyakat ve Şeffaflık: Kamu atamalarında ve ihalelerde liyakatin tek kriter haline getirilmesi. Sayıştay raporlarının etkin denetim için kullanılması.
▪ TÜİK, BDDK, SPK gibi düzenleyici ve denetleyici kurumların özerkliğinin yeniden inşası.
2. Eğitimde Atılım:
o Hedef: 21. yüzyıl yetkinliklerine sahip bir nesil yetiştirmek.
o Araçlar:
▪ Ezberci eğitimden analitik düşünme, problem çözme ve yaratıcılığa dayalı bir müfredata geçiş.
▪ Teknoloji, yazılım, mühendislik (STEM: Fen, Teknoloji, Mühendislik, Matematik eğitimibüyük ölçüde gerçek dünyadaki sorunlara yaratıcı çözümler tasarlamak) ve yabancı dil eğitimine erken yaşlardan itibaren ağırlık verilmesi.
▪ Meslek liselerinin sanayi ile entegre edilerek ara eleman ihtiyacını karşılayacak şekilde yeniden yapılandırılması.
3. Üretimde Teknolojik Dönüşüm ve Yeşil Mutabakat:
o Hedef: İnşaata değil, sanayiye; ithalata değil, ihracata; montaja değil, teknolojiye dayalı bir büyüme modeli.
o Araçlar:
▪ Yeşil ve Dijital Dönüşüm: Sanayinin Avrupa Yeşil Mutabakatı'na uyumunu sağlayacak teşvik ve destek mekanizmaları. Yenilenebilir enerji yatırımlarının önceliklendirilmesi.
▪ Stratejik Sektörler: Yüksek teknolojiye dayalı (yazılım, biyoteknoloji, savunma sanayii, finans teknolojileri) ve katma değerli (makine imalatı, kimya, ilaç) sektörlere yönelik Ar-Geve ihracat teşvikleri.
▪ Doğrudan Yabancı Yatırımları (FDI) çekecek şekilde yatırım ajanslarının yeniden yapılandırılması ve bürokrasinin azaltılması.
Önümüzde bir yol ayrımı var: Ya geçmişin hatalarında ısrar edip bir on beş yılı daha heba edeceğiz ya da akıl ve bilimin yol göstericiliğinde, acı ilacı içerek kalıcı refaha yürüyeceğiz.
Sonuç
Türkiye ekonomisinin potansiyeli, dinamik ve genç nüfusu, jeostratejik konumu ve girişimci ruhuyla halen çok yüksek. Ancak önümüzde bir yol ayrımı var: Ya geçmişin hatalarında ısrar edip bir on beş yılı daha heba edeceğiz ya da akıl ve bilimin yol göstericiliğinde, acı ilacı içerek kalıcı refaha yürüyeceğiz.
Polonya yaptı, Romanya yaptı. Bizim eksiğimiz ne? Kaybedecek bir on beş yılımız daha yok.
Yukarıda sunulan reçete, acı bir ilaç içmeyi gerektiren ama sonunda kalıcı şifa vaat eden bir yol. Kısa vadede bir miktar yavaşlamayı ve kemer sıkmayı göze almadan, uzun vadeli, istikrarlı ve adil bir refah artışı sağlamak mümkün değil. Eksik olan tek şey, bu reçeteyi uygulayacak siyasi irade ve toplumsal mutabakat.

Sevgili Hocam,“Kırık Ayna” başlıklı yazınız, nesnel düşünceler, ilginç benzetmeler, önerilerle mucize gibi bir yazı, her bir paragrafı sanki özdek gibi beni sardı, düşündürdü, ruhuma acıyla dokundu…Özgün kişiliğinizle, beyniniz, yüreğiniz, gönlünüz, duygularınız, düşünceleriniz bir olup acı veren ülkemizle ilgili tüm kaygılarınızı, çözüm yöntemleriyle dillendirmiştiniz…. Çok teşekkürler değerli Hocam, emeğinize sağlık, saygılar, sevgiler.
gülseren alçı
22-06-2025 21:06