Son yıllarda dikkat çeken bir şekilde sadece ülkemizde değil dünyanın neredeyse tamamında hukuksuzluk ve adalet dışı uygulamalar konusunda çok ciddi eleştiriler her kesim tarafından dile getirilmektedir. Biz bu yazımızda ana ekseni Türkiye olmak üzere dünya genelindeki hukuk uygulamalarını nazara alarak görebildiğimiz olumsuz pratikleri ve çözüm yollarını ifade etmeye çalışacağız.
Hukuk ve Toplum; pozitivist hukuk eğitim anlayışıyla birlikte onlarca yıldır neredeyse bir asırdır tarumar edilmiş olan insanlık ve bu ülkenin çilekeş insanlarına dertlerinin çözüm noktasının siyaset veya hukuk ile olacağı anlatıla gelmiştir. Sekülerleştirilme projelerinin etkisiyle din ve hukukun ayrı dünyalarda olduğu veya olması gerektiği metaforu üzerine kurulan sahte gerçeklik; artık ne ülkemizde ne de dünyanın başka bir yerinde saltanatını devam ettiremeyeceği kanaatindeyiz.
Özellikle son yıllarda dinin gerçek özüne karşı yürütülen çalışmalar zakkumi neticesini göstermeye başlamıştır. Bu bağlamda gerçek dindarlara en çok zarar ise sahte dini akımlar (özellikle 1800’lerden sonra) üzerinden geldiği gözlemlenmektedir. Oysaki gerçek anlamda ilahi bir din anlayışının insanların bu dünyasından daha çok öbür dünyasına odaklı öğreti ve uygulamayı içerir. Fani dünya odaklı dini hareketlerin gerçek anlamda derdinin hakikat olmadığı, dünyevi menfaatlere endeksli olduğu zaten hem ülkemizde hem de dünyanın diğer yerlerinde net bir şekilde artık ortaya çıkmış durumdadır.
İlahi dinlerde günah olarak kabul edilen zina, kürtaj, eşcinsellik, vb. konular aleyhine görüş bile ileri sürmenin artık anormal bir durum olduğunun kabul ediliyor oluşu, nihayetinde bunun medya aracılığıyla zihinlere hatta kalplere bile kazılmış bir hale geldiği bir dünyada yaşıyoruz.
Hukuk ve dinin aslında aynı şeyler olduğu; hatta dinin bakış açısıyla hem bu dünya hem de öbür dünya saadeti elde edilmeye çalışılmaktadır. Dinin ötelenmesi veya görmezden gelinmesiyle bir hukuk sisteminin inşası neticesinde ülkemizde ve dünyada insanların çokta mutlu olmadığı ortadadır. Nihayetinde insanoğlu mutlaka bir şeye inanarak yaşamaktadır. Şahsi kanaatim; yakın bir gelecekte alanı daraltılmak istenen din ile hukukun açıkça karşı karşıya gelecek olmasıdır. Ötelenen sadece zamandır. Seküler dünya anlayışının insanlara ve toplumlara dikta ettirilmesine son vermek gerektiği kanaatindeyim. Çünkü yeryüzündeki bu tıkanmışlıklar ve çözümsüzlükler, insanoğlu için daha da büyük problemlere kapı açacaktır. Dinin sadece özel alana hasredilmesi anlayışının günümüzde çokta işe yaramadığı ortadadır. Aksi halde hem gelişmiş (!) hem gelişmemiş (!) hem de gelişmekte olan ülkelerde onca hukuki düzenlemeler ve sözlere rağmen adaletsizliklerin ve haksızlıkların farklı şekillerde, farklı yöntemlerle devam etmesine ne demeliyiz?
Seküler dünyanın bize öğrettiğine göre; toplumlar seküler hukuk kurallarını takip ederse mutlu olacaklardır. Gerçekten öyle mi olmuştur?! Bu sorunun cevabını okuyucu kendisi cevaplandırmalıdır. Bu sorunun cevabının yer ve zamana, toplumlara göre farklılıklar arzedeceği apaçık ortadadır. Fakat, nihayetinde cevaplanması gereken soru: Dinin görmezden gelindiği hukuk eliyle (elbette ki medyayı unutmamak lazım) seküler toplumların inşası bizi Türkiye’de veya dünyanın başka bir yerinde daha mutlu kılmış mıdır? Veyahut seküler bir insan mı yoksa dindar bir insan mı daha mutludur?
Hukuk ve Eğitim; bu kısımda özellikle hukuk eğitimine temas etmek istiyoruz. Bilindiği üzere bugünün dünyasında üç aşağı beş yukarı hemen hemen her yerde hukuk eğitimi pozitivist hukuk anlayışıyla yürütülmektedir. Ülkemizde bundan nasibini almış bulunmaktadır. Şahsi kanaatimiz; ülkemizde acilen pozitif hukuk anlayışına dayalı ezberci (skolastik, dogmatik) yöntemden vazgeçilerek tabi hukuk (ideal hukuk) çerçevesinde eleştirel düşünceye dayalı bir yöntemin kabulü daha etkin bir hukuk eğitiminin yolunu açacaktır.
Bundan daha da önemlisi acilen 2547 sayılı yasanın değiştirilerek akademisyenlerin daha hür bir şekilde yetişmesinin zemini hazırlanmalıdır. Mesela; araştırma görevliliği kaldırılabilir. Bunun yerine kalıcı olmayan bir şekilde öğrenci asistanlıkları getirilebilir. Dr., Doçent ve Profesörlük atamalarında üniversitelerin insiyatif almasının önüne geçilerek, daha önceden şartların belirlenmesiyle performansa dayalı bir sistemin inşa edilmesi elzemdir. Üniversitede bir kadroya atanırken, üretime dayalı liyakat şartı aranmalıdır. Bu noktada ise ilgili adayın eserlerinin gerçek olup olmadığı yüksek öğretimin üstünde denetçi olarak yer alan bir kurum tarafından denetlenebilir. Şartları sağlayan kişilerin ilgili üniversitede akademik yükselmeleri otomatik olarak gerçekleşmelidir. Böylece üniversite kadrolarında üretenlerin yükselebildiği ve hizipleşmenin minimize edildiği bir sistemin yolu açılmış olacaktır. Ayrıca üniversiteler net bir şekilde öğretim ve araştırma ya da hem öğretim hem araştırma üniversitesi olarak ayrıma tabi tutulup ona göre ödenekler ayrılabilir. Bir diğer husus ise akademik kadro da aynı kadro seviyesinde bulunanların aynı maaş almalarına son verilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Oysaki asgari hayat standartlarını karşılayacak şekilde akademisyenlerin hepsine aynı maaş bağlandıktan sonra performanslarına göre maaşlarında farklılık oluşturulabilir. Aynı bölümde ikisi de profesör olup, birisi bir yıl içinde uluslararası dergilerde iki makale yazmış olan ile hiçbir yayın faaliyetinde bulunmamış olan diğer profesörün maaşı aynı olmasa gerek. Hiç üretenle üretmeyen bir olabilir mi! Elbette ki her yıl akademik yayın yapmak mümkün olmayabilir. Bu nedenle 3 er yıllık bir zaman dilimi içerisinde performans değerlendirilmeleri yapılabilir. Veyahut üniversite eğitim-öğretim odaklı bir üniversite ise o zaman öğretim üyesinin eğitim faaliyetlerine bakılarak performans ölçümü yapılabilir. Ayrıca, İskandinav ülkelerinde olduğu gibi, akademik kadrolara ilanlar halka açık yapılıp, halka açık bir yerde adayların örnek bir ders sunumuyla kadroya atanacak kişinin tespitiyle de mümkün olabilir. Sonuçta, akademisyenler bir kamu görevi yapmakta ve maaşları da kamu gelirlerinden ödenmektedir. Son olarak; üniversiteleri dışarıdan atanan, 2 yılda bir değişen akademisyen olmayan tecrübeli yöneticiler eliyle yönetmekte pek çok sıkıntının aşılmasına yardımcı olacağı kanaatindeyiz. Bu sayede akademisyenlerin birbirleri hakkında jurnalcilik yapmaları veya soruşturma yapmaları da engellenmiş olacaktır. Bonham davasından beri modern hukukta haklı olarak ifade edilen prensibin gereği bu olsa gerek: Kimse kendi davasının hakimi olamaz! Bu düstur, Türkiye’de özellikle acilen meslek kuruluşları içinde uygulanmalıdır. Yani baro veya tabipler odası değil, yargı eliyle mesleki cezalandırmalar gerçekleştirilebilir.
Artık bu ülkede darbeciler eliyle oluşturulmuş sistemin yerine hür bireyler ve akademisyenlerin yetişmesini sağlayacak sistemi inşa etmenin zamanı gelmedi mi? Mevcut cumhurbaşkanlığı sistemi ile bunu yapmanın çokta zor olmadığı kanaatindeyiz. Bu satırlar bu vatanın sevdalısı olan bir ferdin samimi duygu ve hislerini dile getirmesinden başka bir şey değildir. Hele de hiçbir kurum veya kişilere yönelik kaleme alınmış şeyler değildir.
Hukuk ve Ekonomi; özellikle salgın hastalık döneminde hukukun ekonomi üzerinde etkisi ülkemizde daha net bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Batıda pek çok hukuk fakültesinde özellikle okutulan hukuk ve ekonomi dersi artık ülkemizde de ciddi anlamda nazara alınması kanaatindeyiz. Yapılan bir hukuki düzenlemeyle pozitif veya negatif anlamda milyonların hayatı etkilenebilmektedir. Hukuk, eşitliği sağlayabilecek en büyük enstrüman iken bir anda her şeyi ters yüz edebilmektedir. Özellikle salgın döneminde hemen hemen dünyanın her yerinde fazladan basılarak (karşılığı olmayan) dağıtılan maddi yardımlar şu an ekonomileri ciddi bir şekilde sarstığı gibi yüksek seviyede enflasyonlara sebebiyet vermektedir. Çünkü enflasyon, hükümetin gelirinden fazla harcama yapması, gelir ve gideri dengelemek için karşılığı olmayan para basmasıdır. Çok ilginçtir; belki de dünyanın başına her bir asırda gelen bu son salgında her kesim zarar ederken sadece zenginler ve kapitalizmin kilit kalesi olan bankalar kar etmiştir. Elbette ki haklı olarak insanlar bunu sorgulamaktadır: Madem büyük bir kriz var, neden sadece oligarklar ve zenginler kara geçmiştir, neden diğer insanlar zarardadır ve orta sınıf denilen kesimler yok edilmiştir veya yok edilmeye çalışılmaktadır. Hukuk takip edildiğinde adaletin yerine geldiğine inandırılarak yetiştirildiğimiz bu sistemin sadece bir serap olduğu, hakikatleri örtmekten başka bir işe yaramadığı artık sıklıkla dile getirilir olmuştur. Gerçekten dünya beşten büyüktür, ama gerçek güç hükümetlerin elinde değil de büyük şirketlerin elinde midir tarzında sorgulamalar dünyanın her yerinde başlamıştır. Dünyanın en güçlü silahı hakikattir, eninde sonunda kazanır. Önüne istediğiniz kadar setler kurabilirsiniz, istediğiniz kadar hakikatperest insanlara kumpaslar kurabilirsiniz, ama bir gün kaybedersiniz...
Düşünün ki bir anayasa mahkemesi, idare mahkemelerinin olağanüstü dönem uygulamalarının olağan dönemlerde devam ettirilmesi ve hak arama yollarının kapatılmasına ses çıkarmadığı durumlarda (Danıştay’ın 1402’likler kararına rağmen; olağanüstü dönem uygulamaları olağan dönemlere taşınamaz mealinde)-anayasal haklar kanuni düzenlemelerle engellenemez- daha önce defalarca hak ihlali kararı verdiği başvurularda, adil yargılanma hakkının ihlal edilmediğine karar verdiği bir ülkede siz hangi hak ve hukuktan bahsedebilirsiniz ki! Gece yarısı ışıkları söndürmeden çalıştığı iddia edilen bir üyeden hem de böyle bir karar gelmesini neyle izah edebilirsiniz ki! Hukuk, hava ve su gibi herkese lazım olan ve bir gün mutlaka sizin de onun merhametine sığınacağınız bir kale değil midir! Olağanüstü hal dönemler uygulamalarını olağan dönemlere taşıdığınız zaman, hukuku hukukçular eliyle paramparça etmiş olursunuz.
Hak arama yollarını olağanüstü hal dönemi bahanesiyle kapatmak adalete aykırı uygulamaları meşru göstermek için sıklıkla kullanılan klasik bir yöntemdir. Türkiye’nin de taraf olduğu ve iç hukukun parçası sayılan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 8. maddesi ve Devletlerarası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi 2(3). maddesinde ve dahi AİHS 13. maddesinde (Etkili Başvuru Hakkı) Hak Arama Hürriyeti, hele ki olağan dönemde hiçbir şekilde engellenemeyeceği ortada olmasına rağmen, bu ve benzeri kararların verilmesi, bir kez daha ifade etmiş olalım: Anayasa yargısı faaliyetinde bulunan Anayasa Mahkemeleri ve Yüksek Mahkemeler özellikle kriz dönemlerinde hukukun üstünlüğünün (Anglo-Saxon hukuk geleneğinde) yani hukuk devletinin (Kara Avrupası hukuk geleneğinde) en önemli köşe taşı olan etkin bir şekilde hak arama hürriyetini gasp edecek şekilde karar verdiğinde halk tabiriyle kendi ayağına sıkmış olmuyor mu! Oysaki hukuk bize en çok kriz dönemlerinde lazımdır ve bu dönemlerde verilen kararlarla anayasa yargısının meşruiyeti güçlenerek kendisine alanlar açar.
Son söz, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun dediği gibi üç günlük dünya için fırıldak olmaya gerek yok! Yeryüzüne ve bu ülkeye yalan bitmeden huzur gelmez.

























Yorum Yazın