Bu hafta, elimde bir harita olduğunu fark ettim. Üzerinde çizilmiş yollar, işaretlenmiş şehirler var: “Burası Ahmet’in kariyer krizi geçirdiği geçit”, “Şu tepenin ardı Elif’in yeni başlangıcı”, “Bu nehir, tanımadığım bir çocuğun gözyaşlarıyla çizilmiş”. Ve tabii, en belirgin olanı: “Şu uçsuz bucaksız ova, aşkımın soluk aldığı, benim soluğumun kesildiği yer.”
İnanılmaz derecede detaylı, sevgiyle, özenle çizilmiş bir harita bu. Tek bir eksiği var: Üzerinde ‘Ben’ yazan bir şehir, bir nehir, hatta küçük bir çeşme bile yok. Kendimi, başkalarının coğrafyasını keşfetmek için yola çıkmış, ama evinin yolunu unutmuş bir kâşif gibi hissediyorum.
Burada klasik Stoacılık veya Varoluşçuluğa girmeden, bana bu tuhaflığı anlatan bir kavram geldi aklıma: ‘Dışarıdanlık’ (Exteriority). Bu, 20. yüzyıl filozofu Emmanuel Levinas’ın merkezindeki fikir. Levinas, gerçek etiğin, “Öteki”nin yüzüyle karşılaştığımız an başladığını söyler. O yüz, bize “Beni öldürme” der ve bu, bizde sınırsız, koşulsuz bir sorumluluk duygusu uyandırır. İşte benim yaptığım da buydu sanıyordum: Ötekinin yüzüne sonsuz bir dikkatle bakmak, onun ihtiyacına köprü olmak. Yoksa Levinas’ı yanlış mı anlamıştım? Belki de kendi ‘içerim’ o kadar boşalmıştı ki, tüm varlığımı ‘dışarıya’, başkalarının varoluşuna akıtmak, kendi boşluğumun yankısını susturmanın bir yoluydu. Bu, bir dost için de, bir yabancı için de, hatta en çok da aşk dediğimiz o benzersiz 'Öteki' için de geçerliydi. Onun haritasını okumak, kendi haritamı unutturacak kadar büyülü olmakla beraber çok ağır bir sorumluluktu.
Bu düşünce beni, Türkçede “Dünyada-olma” (In-der-Welt-sein) kavramıyla tanıdığımız Martin Heidegger’e değil de, onun öğrencisi Hans-Georg Gadamer’in “Ufukların Kaynaşması” fikrine götürdü. Gadamer, anlamanın, kendi ufkumuzla, karşımızdakinin ufkunun birleştiği yerde gerçekleştiğini söyler. Peki ya ben?
Sürekli başka ufuklara yelken açarken, kendi ufkumun sınırlarını bile unutmuş, onu haritadan silmiştim. Anlamak için kendimle birleşmem gereken bir ufkum kalmamıştı artık. Örneğin aşkta,belki de en büyük yanılgım buydu: Ufkumuzu tamamen onunkine bırakarak kaynaşacağımızı sanmak. Oysa gerçek kaynaşma, iki ayrı ufkun buluşmasıdır; birinin diğerini sildiği değil.
Sonra, daha az bilinen ama tam da bu yalnız gezgin halimi anlatan bir isim aklıma geldi: Meksikalı filozof ve şair Octavio Paz. O, “Yalnızlık Dolambacı” adlı muhteşem denemesinde, modern insanın kalabalıklar içindeki derin yalnızlığını anlatır. Paz’a göre, başkalarına sürekli açılmamız, aslında kendi içimize kapanmamızın bir sonucu olabilir. Belki de ben, başkalarının hayatlarına kurduğum o görkemli köprülerin altında, kendi yalnızlık ırmağımın sessizce aktığını duymak istemiyordum. Köprüler, ırmağın sesini bastıran birer gürültü duvarı işlevi görüyordu.
Ve aşk… Aşk, bu sessiz ırmağın üzerine kurduğum en görkemli, en narin ve nihayetinde en aldatıcı köprüydü. Onun kıyısına o kadar güzel bir şehir kurarsın ki, kendi toprağındaki kulübenin harabesini unutursun. Onun dağlarının gölgesi senin tepelerini öyle bir örter ki, artık güneşin nereden doğduğunu bilemezsin. Harita ortaktır, evet, ama pusulanın ibresi artık yalnızca bir kalbin ritmiyle titrer. Ve bir gün, o köprünün tam ortasında durduğunda anlarsın: Karşıya ulaşan bir yol değilmiş bu, sadece kendi kıyından uzaklaşmanın bir yöntemiymiş. Kendi evinin yolunu tarif edemeyecek kadar başkasının diyarında kaybolmuş bir gezgin gibi kalakalırsın.
Neydi?
Sonunda tüm pusulalar aynı gerçeğe dönüyordu: Kendine ait bir merkezin yoksa, etrafında dönecek bir şeyin de yoktur.
(Ve bilmelisin, bu engin olmasa da tecrübe edilmiş bir farkındalık.
‘Yamalı yelkenlerle açık denizlere açılamazsın.’
İtiraf etmeliyim ki, bu satırların mürekkebi, tam da böyle bir yolculuğun batığından süzülüyor. Yamalı yelkenlerle çıktığım o seferde, elimdeki haritanın mürekkebi suya dayanıksızdı. Her dalgada “ben” yazan bir şehir, “ben” akan bir nehir silinip gitti. Geriye, üzerinde sadece “o”nun diyarlarının çizili olduğu ıslak, yırtık bir kâğıt parçası ve tarifsiz bir yönsüzlük duygusu kaldı. İşte o batıktan çıkardığım pusula, şimdi bu satırları yazdırıyor.)
Peki, bu haritayı yeniden çizmek mümkün mü?
İşte bu yüzden, bir deney öneriyorum: “Harita İğnesi”.
Her seferinde, bir başkasının (bir dostun, bir yabancının veya aşık olduğunuz kişinin) yoluna ışık olduğunuz, onun haritasında bir noktayı işaretlediğiniz o an, durup kendinize de küçük bir “iğne” batırın. Bu, somut bir hatırlatma olsun: “Burada, şu an, ben de varım. Bu bağın, bu köprünün, bu aşkın tam ortasında, bir 'ben' durağı var.” Bu iğne, partnerinize yazdığınız mesajın altına kendiniz için eklediğiniz bir “?”, birlikte izlediğiniz günbatımında içinizden geçen “Ben de buradayım” cümlesi, veya sadece içinizdeki o muazzam sevgi selinin ortasında, kendi sahilinizin kuru bir taşını avucunuzda hissetmek olabilir.
Amacı, başkalarının geniş coğrafyasında, kendi varlığınıza dair ufak ama kalıcı izler bırakmak. Aşk da dahil her türlü bağ, ancak iki tam ve bütün haritanın yan yana durduğu, birbirine saygıyla baktığı yerde gerçek bir "biz" yaratabilir.
(Dip not:Mürekkebi lütfen kaliteli seçelim.)
Bu izler zamanla birikir ve yavaş yavaş, bir yol haritasına dönüşür. Fransız düşünür Gaston Bachelard’ın dediği gibi, bu izleri takip etmek, kayıp bir kenti değil, şiirsel ve korunaklı bir “yuva”yı keşfetmenin yolunu açar. “Mekânın Poetikası” tam da bunu anlatır: Bize ait olan mekân, sadece fiziksel değil, ruhun haritasında kendini gösteren bir sığınaktır. Aşk ise, bu şiiri iki kişilik yazma cesaretidir; tek bir kişinin kalemiyle değil.
(Ben aşk ile örnekledim. Sizler yaşamın her haliyle düşünebilirsiniz.)
Sonuçta, arayışımız belki de şu: Başkalarının haritasında cömert bir rehber olmakla, kendi haritamızda sabırlı bir kâşif olmak arasındaki dengeyi bulmak. Bu iki rol birbirini dışlamaz; aksine, ancak ikincisinin farkındalığıyla, önce anlamını sonra sağlamlığını kazanır. Aşk da, dostluk da, tüm insani bağlar da bu dengenin üzerine inşa edildiğinde ayakta kalır.
Bu noktada sorum şu: Siz, hangi haritanın izini sürüyorsunuz? Sevginin, dostluğun, sorumluluğun ortak kıtalarında, kendi adanız hâlâ haritada mevcut mu?
Belki de ilk iğne, tam da bu soruyu sorarken, kendi kalp atışınızın sesini dinleyerek batırılabilir.
Çünkü her gerçek harita, ancak bir kalbin ritmiyle başlar.
Yazar Notu: Bu haftaki Yeni Arayış köşemi okuyup da “Bu ne? Felsefe dergisi mi bu? Nerede o her zamanki kütüphanedeki kitapla başlayan politik yolculukların, direniş sloganların?” diyen okurlarım için küçük bir açıklama: Evet, bu hafta size ters köşe yaptım. Dışarıdaki haritalardan içeridekine bir yolculuk...
Ama yeni yıla girerken, belki de hepimizin kendi iç coğrafyasını da keşfetme zamanıdır. Yeni yıl, sokaklardaki yürüyüş değil belki, kendi sınırlarında cesaretle “BURADAYIM” diyebileceğin bir iç manifesto için mükemmel bir başlangıç. O yüzden, bu hafta böyle. Önümüzdeki hafta yine bildiğimiz sokak aralarında, satır aralarında belki bir direnişte buluşmak üzere. (Mürekkep konusunda ısrarım sürüyor.)

























Yorum Yazın