Türkiye’de inşaat ekonomisinin yarattığı dönüşümü, Amerika’nın altına hücum dönemleriyle karşılaştırmak abartı olmaz. Altın fiyatlarının zirvede olduğu bu son dönemde, parasını altında saklamayı seven Türk halkı, kazancıyla gayrimenkul piyasasını da canlı tutuyor.
Başka ülkelerin temerrüde düşmüş firmalara bile uygulamadığı faiz oranlarını, Türkiye’de mortgage faiz oranı olarak görüyoruz. Kadim dostum ve Türkiye’nin tartışmasız en muteber gayrimenkul ekonomisti Ahmet Büyükduman’ın, bir başka eski dostum Taner Dumlu’nun başkanlığını yaptığı Ege Finans Derneği’nde gerçekleştirdiği sunumda, “Kredisiz günlerde bu evleri kim alıyor?” sorusunun cevabında da sarı metal gizliydi.
Murphy’nin altın kuralı, “Altını olan kuralı koyar” der. Bu günlerde de altını olanın evi aldığı görülüyor. Servet oligarşisi, ekonomide tüm ağırlığıyla etkisini gösteriyor. Özal’ın 24 Ocak Kararları ile gongu çalan vahşi kapitalizm, beton, çimento ve inşaat demirinin üzerinde yükselerek soluksuz koşusuna devam ediyor. Daralan ekonominin daralmayan atlısı olan inşaat sektörü, tüm zorlukları aşarak yoluna devam ediyor.,
Vahşi kapitalizmin 2025 versiyonu, Amerika’nın batısında 1800’lerde altın için yaşanan kuralsız mücadeleyi adeta kopyala-yapıştır yöntemiyle Türkiye’ye entegre ediyor. Şehirlerin siluetlerinde, gelişen inşaat teknolojisiyle stratosfere uzanacak gibi görünen gökdelenler yerini alıyor. Ancak kent suçlarının hesabı sorulamıyor.
İstanbul’da tarih öncesi yerleşimlerin adresi olan Fikirtepe, kerameti kendinden menkul yenik belediye başkan adayı Kurum’un elinden çıkan distopyasıyla, “Bir şehir neden böyle olmamalı?” sorusunun ders kitabı örneği gibi karşımızda duruyor.
Türkiye’nin vahşi kapitalizminde, açlık sınırına ulaşmak için üç asgari ücret gerekiyor. Tekstil sektöründe duayen görülen bir iş adamı, çalışanlarının vergiler yüzünden pahalı cep telefonu kullanmasından duyduğu rahatsızlığı gizlemiyor. İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndan çalınarak yaratılmış, altı sıfırlı dolarlarla alınıp satılan evinden, 7 sıfırlı TL’lerle alınan arabalarla yola çıkanlar, etraflarındaki arabaların çokluğundan şikâyet ediyor. İnşaat sektöründen kazanılan paraya tekstil yutkunarak bakıyor. Üstelik bu şikâyetin dile getirildiği televizyon kanalının bir önceki sahibi, kanalı sattığı şirket nedeniyle elindeki tüm şirketleri kaybediyor.
Ulusal egemenliğin ve halk iradesinin cisimleştiği meclisin açılış töreninde, vahşi kapitalizmin gölgesinde çekilen fotoğraf, demokrasinin de aynı ölçüde acımasız olabileceğini gösteriyor.
Bu yaşanan çılgın gidiş Decameron Gecelerini andırıyor. Yasalar, sanki ilk kez keşfedilmiş gibi, pek çoğu zaten son 25 yılda temerküz edilmiş servetler haksız elde edildiği gerekçesiyle müsadere ediliyor. Devletin el koyduğu şirketlerin büyüklüğü akıl almaz seviyelere ulaşıyor.
Vahşi kapitalizm, Türkiye için bir metafor olmaktan çıkıp, ezilen, yok olan, hapse atılan ya da sürgüne gönderilen kapitalistleri izleyenler için bir hiper gerçeklik testine dönüşüyor. İsa’nın son yedi gün çilesi misali, kapitalistlerin edinilmiş servetinin devlet eline geçişinin acıklı serüvenine tanık oluyoruz. Adam Smith’in “görünmez el”e emanet ettiği kapitalizm, Türkiye’de demir yumrukla şekilleniyor.
Bütün bunların arka planında yer alan Servet eşitsizliği ve gelir uçurumu öyle görünür hale gelmiş ki, vergi toplamak için tek kriter yurt dışına çıkabilmek olabiliyor. İmkanı olanla olmayanı ayırmanın yolunu yurtdışına turistik gezi yapmakta bulan bir ekonomi yönetimiyle imtihan ediliyoruz.
Bu vahşi ekonomik ortamda demokrasi de ister istemez modaya uyuyor. Demokratik sistemde seçilenler, yine demokratik sistemde seçilenlerin bir kısmının hukuk eliyle hapse atılmasından rahatsız olmuyor. Gerekçe eskiden konjonktürel siyaset olurdu. Son dönemlerde ise kapitalizmin tuhaflıkları hapse gidişe kısa yola dönüşmüş durumda. Bu zamana kadar dert olanlar dert olmaktan çıkarken bu defa yeni dertler ediniyoruz. İşin en tuhafı ise hapse atılanların yakın yol arkadaşlarının demokrasi gösterisinde konu mankeni olmaktan gocunmaması. Karşı tarafın eleştirel eski yol arkadaşları da aynı reklam çekiminde kendilerine yer bulmaktan çekinmiyor.
Ulusal egemenliğin ve halk iradesinin cisimleştiği meclisin açılış töreninde, vahşi kapitalizmin gölgesinde çekilen fotoğraf, demokrasinin de aynı ölçüde acımasız olabileceğini gösteriyor.
Hristiyanlık güncesine dönersek, Bach’ın ölümsüzleştirdiği Passion ile özdeşleşen çile, kapitalizmin acıtan yüzü olurken; eski, yeni yol arkadaşı ve muhaliflerin iktidarın merkezini çevrelediği görsel estetik olarak Da Vinci resmini çağrıştırıyor.
Bu benzetmeler zorlama bile olsa, vahşi kapitalizmle şehirleri yorgun birer atlıya dönüşen Türkiye’de, demokrasinin basit bir seçme-seçilme anketi olacağını düşünmek de ham bir hayal gibi görünüyor.
Türkiye’nin vahşi kapitalizmi, altın ve betonla şekillenen bir ekonomik yarışın ötesine geçerek, toplumsal dokuyu ve demokrasiyi derinden sarsan bir hiper gerçekliğe dönüştü. Servet oligarşisinin gölgesinde yükselen gökdelenler, kentlerin ruhunu tüketirken; eşitsizlik, adaletsizlik ve kuralsızlık, demokrasinin yalnızca bir sahne performansı gibi algılanmasına yol açıyor.
Fikirtepe’den Kuzey Ormanları’na kadar müsadere edilen servetlerden hapse atılan seçilmişlere uzanan bu tablo, Türkiye’nin sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir muhasebeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Belki de çöldeki umut, halkın iradesinin yeniden filizleneceği sahici bir yerli milli meşruiyet arayışında olabilir

Yorum Yazın