Türk aydınının tarihten güncele entelektüel mesaisinin ağırlıklı gündemi, hiç kuşkusuz siyaseti anlamak veya anlamlandırmak olmuştur. Özellikle siyaset yelpazesinde, partilerin nereye düştüğü ve bunların ideolojik eksende nasıl konumlandırılması gerektiği kafa kurcalayan meselelerin başını çeker.
Türk siyasetinin açıklayabilmek amacıyla çok sayıda model üzerinde durulmuştur. Bu tasarımların en başına Şerif Mardin’in klasik merkez-çevre teorisi yazılabilir. Mardin’in batı dünyasındaki bir şablonu Türkiye’ye telif etmesiyle oluşan model, 1960’lara kadarki tarihsel sürece bir ölçüde ışık serpiyor.
Merkez-çevre modelinin bazı tıkanıklık emareleri gösterdiği aralıkta devreye Hasan Bülent Kahraman girdi. Mardin’in bıraktığı yerden bayrağı devralan Kahraman, yapısal bir analizle merkez ve çevrenin yer değiştirmeye başladığını kaydetti. Geleneksel merkez kademeli biçimde çevreye taşınırken çevrenin aktörleri merkeze geliyordu.
Kahraman’ın tespitleri, esasında bir noktada Mardin’in merkez-çevre uyarlamalarına görece örtük bir eleştiriyi de beraberinde getirmiştir. Mardin, çevrenin merkeze karşı daha durağan ve hatta edilgen bir yapı sunduğu ön kabulüyle hareket etmişti. Oysa çevrenin devinim kazanarak merkeze kayması kenarlarda bahsedildiği kadar pasif bir birikme olmadığını gösterdi.
Bana kalırsa aynı modelde çevre, merkez karşısında kendi özgül ağırlığı bağlamında belirleyici bir nitelik taşıyordu. Öbür taraftan Türk siyasetini anlamlandırma noktasında geleneksel Batıcılık ve İslamcılık çatışmasına odaklanan araştırmacılar ortaya çıktı.
Mardin’den Tarık Zafer Tunaya’ya ve Emre Kongar’a kadar uzanan geniş bir aydın grubu kimi zaman farklı nitelemelerle de olsa Türk siyasetini Batıcılık ve İslamcılık gerilimi üstünden okumaya çalıştı. Türkiye’yi yakından takip eden Erik Jan Zürcher ve Bernard Lewis gibi batılı gözlemciler de benzer tezleri dillendirdi.
İdris Küçükömer, Batıcılık ve İslamcılık çatışmasından yola çıkarak en çarpıcı yorumlardan birisini yaptı. Siyaset yelpazesini tersine çeviren Küçükömer, mealen Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur dedi.
Gerçi, “efendim Küçükömer öyle demek istemedi” diyenler çıktıysa da onların tezleri de farklı değildi.
Özellikle Murat Özyüksel’in savunduğu şekliyle Küçükömer, “Türkiye’de sol sağdır, sağ zaten sağdır” demek istemiştir. Buna göre aslında Küçükömer, Türk siyasetinin ağırlıkla sağda şekillendiğini söylemiş ve soldaki boşluğa işaret etmişti.
Küçükömer’in şablonuyla soldaki derin zafiyetin, AKP’yi iktidara taşıyan dinamiklerden birisi olduğu çok konuşuldu. Hatta Türk solunun yarattığı boşluğu bir yere kadar mevcut iktidarın kapladığı üzerinde duruldu.
Gelgelelim Türk siyasetini tarihsel olarak açıklama amacıyla ortaya atılan modellerin pek çoğu büyük entelektüel tartışmaları beraberinde getirdi. Günümüze dek uzanan siyaset gündeminin başlıca problemi, Türkiye örneğinde kurulan yatay bir politik düzlemin kimi yetersizlikler doğurmasıdır.
Geleneksel siyaset ekseninde bir ucu solda Sosyalizme uzanan ve diğer ucu sağda Milliyetçiliğe kadar giden çizgi bazı maluliyetler üretmektedir. En başta Sosyalizm ve Milliyetçilik hattı, soldan sağa kabaca Komünizm/Sosyalizm, Demokratik Sosyalizm, sosyal demokrasi, Liberalizm, Muhafazakârlık/İslamcılık, Milliyetçilik, Faşizm ve söz konusu ideolojilerin çeşitli alt kırılımları üzerinden şekillenir.
Ancak genel kabul gören siyaset ekseni, Türkiye’ye uyarlandığında sağın ve solun yerini değiştiren durumlarla karşılaşılmaktadır. Mesela Kemalizmin yelpazenin solunda mı ya da sağında mı kaldığı sorunsalının içinden çıkılamamıştır. Türkiye’nin yakın tarihindeki pek çok ideolojiyi kozalaması, onlara meşruiyet sağlaması ve İslamcılar örneğinde olduğu gibi karşıtlarının bile Kemalizm üzerinden politika üretmesi, büyük soru işaretlerini beraberinde getirmiştir.
Diğer taraftan Türk siyasetinde yelpazeyi altüst eden İslami Sosyalizm ve Sosyalist Milliyetçilik örnekleri vardır. Sosyalizm ve Milliyetçilik, normalde karşıt kutuplara yerleşirken Doğan Avcıoğlu “Milliyetçilik bayrağını Sosyalistler taşır” şiarıyla ön plana çıktı. Daha enteresanı Sosyalizm ve İslam inancının özünde ne kadar uyumlu olduğunu anlatmaya çalıştı.
Nurettin Topçu, İslami Sosyalizm modelini geliştirdi. Bunların yanında siyaset yelpazesini kendi içinde tersyüz eden çizgiler görüldü. Örneğin ülkücü camia, özünde kent ideolojisi olan Milliyetçiliği taşraya götürerek İslami hassasiyetlerle buluşturdu. Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman olduklarını söyleyerek, yelpazenin sağında en az iki eğilimi birden kucakladılar.
Benzer bir çelişkinin izlerine yelpazenin solunda da rastlanmaktadır. CHP, Demokratik Sosyalizmden damıttığı demokratik sola “inançlara saygılı Laiklik” diye bir içerik yükledi. Zaten bütün inançlara eşit mesafede durması gereken Laiklik ilkesine kendi içerisinde tezat barındıran bir anlam atfedilmiş oldu.
Bu nevi örneklerde de açık bir şekilde görüldüğü gibi Sosyalizm ve Milliyetçilik ekseninde salınan bir hat, Türk siyasetini açıklamada yetersiz kalmaktadır. Kanımca bu durum, modern siyasetin batıya göre oldukça geç olgunlaşması ve yelpazenin soluyla sağının ancak 1960 sonrasında kurumsallaşmasından kaynaklanmıştır.
Burada Meşrutiyet dönemindeki siyasallaşma eğilimlerini ön plana çıkaran görüşler yok değildir. Fakat Meşrutiyet devrindeki siyasal veya ideolojik yönelimlerin tam anlamıyla kurumsallaştığı söylenemez. En basitinden bazı spesifik örnekler dışında Komünizm ve Sosyalim nerede ayrışır ya da birleşir tam olarak tespit etmek güçtür.
Üstelik Meşrutiyet’in siyasal eliti, kimi zaman modernleşmeci kaygılarla kimi zaman devletin bekası gibi kaygılarla pragmatik hareket etmiştir. Mesela Şevket Süreyya Aydemir veya Mustafa Suphi gibi sol aydınlar, aynı dönemde milliyetçi bir çizgideydi. Kurumsal ideolojilere katı doktriner bir biçimde angaje olmadıkları için çeşitli gerekçeler geliştirerek rahat bir manevrayla sola kaymışlardır.
Oysa 1960 sonrasında Türkiye’de siyasal ideolojilerin tam anlamıyla kurumsallaştığı görülmüştür. Ağırlıkla 1930’ların Kadro ve Ülkü dergilerinde filizlenen eğilimler mütekâmil hale gelmiştir.
Türk siyasetinin sol ve sağ ekseninin batı dünyasıyla kıyaslandığında çok daha gecikerek kurumsallaşması, Milliyetçilikten Sosyalizme uzanan klasik çizgi üzerinden okumaları belirli ölçüde güçleştirmiştir. Buna karşın geleneksel Batıcılık ve İslamcılık çatışması değerlendirmelerinin tevellüdü daha gerilere dayanmıştır.
Bu nedenle Türk siyasetini tam ortadan dikine kesen bir Batıcılık ve İslamcılık çizgisinden söz edilebilir. Çünkü Türk siyaseti, solun ve sağın siyaseti olduğu kadar Batıcılık ve İslamcılık arasında cereyan eden daha fazla seküler ya da modern yaşam tarzıyla geleneklere sımsıkı sarılmanın da siyasetidir aynı zamanda. Bu yönüyle Türk siyasetindeki temel ayrışma hattının kültürel bir boyutta olduğu söylenebilir.
Söz gelimi İslami Sosyalizm ve Sosyalist Milliyetçilik, sağ-sol ekseninde tam anlam bulamamaktadır. Ancak aradaki kültürel çatışmalara dayalı fay hattı, ayrım çizgisini daha görünür kılmaktadır.
Türk siyasetini anlamlandırma noktasında ikinci bir önerme, statüko ve değişim taleplerinin çatışmasıdır. Türk siyaseti tarihsel bakımdan statükosunu devlet gücüyle korumaya çalışan iktidarlara karşı değişim arzusunu dile getiren muhalif aktörlerin rekabetine sahne olmuştur.
Statükocu iktidarların değişim yanlısı muhaliflerle yaşadığı gerilim, Türkiye’nin tarihsel bir gerçekliğidir. Hemen her dönemde izlerine rastlanmıştır. Ama buradaki benim önermem hem kültürel fay hattını, hem de statüko-değişim çatışmasını içerisinde barındıran otoriterizm ve demokrasi mücadelesidir.
Türkiye’de iktidarlar her daim demokrasi ve hürriyet vurgularıyla işbaşı yapmışlardır. Belirli bir süre bu konuda yol aldıktan sonra iktidardan düşme endişeleriyle otoriterleşmeye başlamıştır. Oysa demokrasilerin en temelde doğasıdır; iktidarlar gelir ve ömrünü tamamlayarak gider.
Bizde iktidarlar seçimle güle oynaya geliyor fakat iş gitmeye gelince devlet kaynaklı bütün baskı araçlarını devreye sokarak koltuğuna dört elle sarılıyor. Yani statükodan yana tavır koyarak otoriterleşiyor.
Çünkü iktidar değişiminin basit bir iktidar değişimi olmayacağını biliyor. İktidarı alan bütün idareyi ele geçiriyor. Batıcılık ve İslamcılık eksenindeki kendi kültürel bagajını devlete ve topluma özümsetme imkânına sahip oluyor. Burada sol ya da sağın çatışmasından ziyade kültürel bir gerilimden söz etmek daha makuldür.
Ezcümle Türk siyasetini sol ve sağ yelpazede açıklamanın bazı kısıtlılıkları vardır. Tarihi Türk modernleşmesinin derinliklerine kadar uzanan Batıcılık ve İslamcılık kültürel çatışmasıyla statüko-değişim taleplerini içerisinde barındıran otoriterizm-demokrasi mücadelesi üzerinden okumalar yapmanın biraz daha ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum.



























Yorum Yazın