Hayat boyu öğrenmeye inanan birisi olarak, Eylül 2025 sonunda London School of Hygiene and Tropical Medicine adlı okulda halk sağlığı alanında yüksek lisans yapmaya başladım. Buradaki yazılarımın seyrekleşmesinin arkasında biraz da bu var. Zira yarı zamanlı okusam da temel istatistik, epidemiyoloji gibi hiç bilgim olmayan ve mecburi alan derslerini, bu konuda çok şey bilen doktor yahut doğa bilimleri kökenli bir çok insanla beraber alıyor olmak, kısa zamanda çok fazla şeyi hızla öğrenmeyi, dolayısıyla yoğun çalışmayı gerektiriyor.
On haftalık ilk dönemimde halk sağlığı alanında öğrendiğim en önemli şeylerden birisi, insanların yahut genel anlamda nüfusların sağlıklı yahut iyi olma haline ilişkin en önemli değişkenlerin biyolojik veya genetikten farklı nedenlerden kaynaklanması. Evet, doğru okudunuz. Doktora gittiğimizde yaptırmamız gereken kan, idrar tahlilleri, çektirmemiz talep edilen MR veya röntgen gibi şeylerden yahut ailemizdeki hastalıkların sorulmasından edindiğimiz kanı, genelde sağlığımızla ilgili biyolojik yahut genetik şeylerden başka şeyleri düşünmemize pek izin vermiyor. Nitekim, bu talepleri yerine getirmemizi isteyen doktorların aldıkları tıp eğitimi de, sağlığa daha patolojik yahut klinik (bireysel) veya genetik bir yaklaşım sergileyen bir mantığı yansıtıyor. Bu talepler bir teşhis ve sonrasındaki tedavi için gerekli olsa da, kişilerin sağlığını belirleyen koşulların sadece bir kısmı.
Sağlığa etki eden sosyal, siyasi ve diğer koşullar
Diğer gerekli unsurlarsa, sosyal, siyasal ve yapısal (hatta ticari) değişkenler. Dolayısıyla yazının başlığında yer alan ünlü aforizmayı biraz daha yakında düşünmek gerekirse, tıp -en kabasından- her ne kadar temel bilimler puanıyla girilen, dolayısıyla bir sosyal bilim alanı olmasa da, vurgulanmak istenen, sağlık bakımından bu sosyal ve siyasal değişkenlerin tıbbi yaklaşımlar kadar önem taşıyor oluşu. Diğer bir deyişle, sağlık aslında bireye yapılacak müdahelelerle bir yere kadar sağlanabilir. Kişiyi hasta edebilecek temel yapı taşlarına, (ki bunlar barınmadan; sağlığa erişime; çalışılan iş türüne ve işyeri stresine; hava kirliliğine; yediklerimizde bulunan pestisidlerden; şiddetin yol açtığı travmaya; ilaçların temin edilebilir olmasına) aslında siyasi kararlar etki eder. Bu şüphesiz, tıp camiasında da bilinen bir husus. Diğer yandan, son yıllarda bu değişkenlerin arasında hukuki değişkenlerin de olduğu(1) ve hukukun sunabileceği korumanın, halk sağlığı alanında çalışanlar bakımından yeterince bilinmediği ve dolayısıyla kullanılmadığı da ifade ediliyor.
Elbette bu yazıda tıp camiasının iyi olmaya yahut sağlığa bakışını ele alma amacında değilim, konu hakkında yorum yapacak denli bilgi sahibi de değilim-en azından şu aşamada. Nitekim, hukuk dahil bir çok konuya toplumsal cinsiyet lensinden bakan birisi olarak, bu bakışı halk sağlığı alanında da uygulamak adına bu uzun girişi yapmak istedim. Zira tıp bir sosyal bilimse, toplumsal cinsiyet de o geniş sosyal-siyasi etkilerin içinde yer alan unsurlardan birisi olarak düşünülebilir.
Ya kadınların sağlığı?
Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınların vücudunun, sağlık kaygılarının , sağlıklarının yeterince araştırılmadığı hatta kadınlara mahsus hastalıkların -meme kanseri dışında- araştırma konusu bile olmadığı biliniyor. Her hastalık, cinsiyetler bakımından farklı sonuçlar yaratmasa da, fark gösterenlerin de kadınlarda yapılmış araştırmalarla değil erkeklerde uygulanan metotlarla tedavi edildiği de biliniyor(2). Bunun kökeninde, toplumsal cinsiyet temelli erkeklerin norm, kadınların atipik kabul edilmesi bulunuyor elbette. Dolayısıyla, 1990lara dek kadınların klinik araştırmalardan dışlanması ve hatta bugün bile bu araştırmalardaki kadın oranının erkeklerle eşitlenmekten uzak olduğunu biliyoruz. Elbette hangi konunun araştırılacağı; bunun maddi kaynağının kim olduğu ve hangi araştırmacılara sağlanacağı da zaten siyasi kararlar. Bu anlamda, kadınların hayatındaki büyük etkisine ve yaygınlığına rağmen, kadına karşı şiddetin bir halk sağlığı meselesi olarak ele alınmaya başlaması bile son yirmi otuz yılda meydana geldi denebilir. Bu da zaten kadın gruplarının mücadelesiyle gerçekleşti.
Hatta, bugüne dek üstünde pek de düşünülmemiş olan regl kanının, kadın sağlığı bakımından en dikkat edilmemiş fırsat olduğu iddia edildi(3). Buna göre, tampon yahut kadın bağına akan kanın, endometriosis dahil kadınların bir çok sağlık durumuna ilişkin veri içeren bir sıvı olabileceği değerlentiliyor. Sonuçta idrar, tükürük, damar yolundan alınan kan, dışkı gibi bir çok vücudumuzdan çıkan sıvı tıbbi bir çok durumu teşhis etmek için kullanılıyorsa bugüne dek çöpten başka bir muamele görmeyen kadın bağlarındaki kan niye olmasın? Bunu da önerenler yine kadın araştırmacılardan kurulu bir takımdan başkası değil.
Konuya bir sonraki yazımda devam edeceğim.
* Sözün sahibi ünlü Alman patolog Rudolf Virchow ana dili Almanca’da bunu şöyle ifade etmiş: “Die Medizin ist eine soziale Wissenschaft, und die Politik ist weither nicts als Medizin im Grossen”. Bu aforizma doğal olarak bir çok kere alıntılanmış; yanlış anlaşılmış; Virchow’un bazı fikirleri terk edilmiş olsa da sözkonusu aforizma halen etkisini sürdürüyor.
1. The legal determinants of health: harnessing the power of law for global health and sustainable development, Gostin L. O, et. Al. (2019) The Lancet Commissions Vol 393, Issue 10183, p.1857-1910.
2. Regensteiner R G et al. Barriers and solutions in women’s health research and clinical care: a call to action, April 2025 Vol 44 The Lancet Regional Health Americas
3. ‘A medical miracle’: is period blood the ‘most overlooked opportunity’ in women’s health? 27 Ekim 2025 The Guardian, https://www.theguardian.com/society/ng-interactive/2025/oct/27/menstrual-period-blood-testing-womens-health
























Yorum Yazın