Yeni çözüm süreci, TBMM’nin açılış töreniyle birlikte bir yılını geride bıraktı. Zaman su gibi akıp geçti. Bu bir yıla birçok önemli gelişme sığdı: PKK lideri Abdullah Öcalan silah bırakma ve örgütü feshetme çağrısı yaptı; PKK, silah bırakma ve örgütü fesih kongresini toplayarak karar aldı; 30 PKK mensubu silahlarını simgesel olarak yaktı. TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu kuruldu ve Komisyon son iki ayda yaklaşık 80 kurum temsilcisini ve akademisyeni dinledi. Tüm bunlar, adeta göz açıp kapayıncaya kadar hızlı gelişti.
Ancak bir yıldır sorunun önemine paralel bir ilerleme olduğunu ya da çözüm sürecinin gereklerinin tam olarak yerine getirildiğini söylemek zor. Bunca gelişmeye rağmen hâlâ uzun barış yolculuğunun başlangıç noktasındayız.
Yeni çözüm sürecinin en azından silahların bırakıldığı “negatif barış” aşamasında, sürecin doğası gereği, daha hızlı ve hassas hareket edilmesi gerektiği açıktır. Hem içerde hem dışarıda sürece fesat ve fitne karıştırmak isteyenlere fırsat vermemek için kararlılık ve süratle ilerlemek hayati önemdedir.
Geçen bir yıl içinde birçok kişi ve çevre, iktidar partisinin süreci neden ağırdan aldığı, neden isteksiz göründüğü, süreci neden sadece “mecburiyetle” sahiplenir bir izlenim verdiği sorularının yanıtını arıyor.
Simgesel silah yakma eyleminin ardından, silah bırakmanın devamı için gerekli yasal düzenlemelerin bir an önce yapılması, “umut hakkı”nın tanınması, ceza infaz yasasının gözden geçirilmesi ve hasta tutukluların yasal haklarını kullanmasının önündeki keyfi engellerin kaldırılması gerekiyordu. Ancak bu adımlar atılmadı.
Bunun yerine, önce PKK’nin tüm unsurlarının silah bırakması gibi akla ve mantığa uygun olmayan bir gerekçeyle zaman kazanılmaya çalışılıyor. Silah bırakmanın MİT tarafından kayda alınması ve gerekli mercilere raporlanması sonrasında yasal düzenlemelerin yapılacağı yaklaşımı ise hem sürecin ruhuna aykırı hem de riskli bir tutumdur. Silah bırakması beklenenlerin küçük bir grup olmadığı herkesin malumudur; dolayısıyla bu tür beklentiler süreci tıkayacak kadar ciddiyetsizdir.
Habur sürecinde de yasal altyapı hazırlanmadığı için, milliyetçi kışkırtmalar ve yanlış uygulamalar sürecin kısa sürede akamete uğramasına yol açmıştı. Bu kez de yasal, siyasal ve toplumsal altyapısı yeterince hazırlanıp geniş bir toplumsal rıza üretilmeden, tarihi önemde adımlar atılmaya çalışılıyor. Bu durum büyük riskler taşımaktadır.
Rojava baskısı
Bu risklerin en büyüğü, Türkiye’nin yeni çözüm sürecini, Suriye’deki gelişmelere ve kısa vadeli iktidar hesaplarına endekslemiş olmasıdır.
Herkes biliyor ki yeni çözüm süreci, “beka” gerekçesiyle, Suriye ve bölgesel gelişmeler bağlamında başlatıldı. Ancak iktidar partisi, 2011’den bu yana izlediği Suriye ve Rojavapolitikasının çıkmaza girdiğini kabul etmiş değil. Yeni çözüm sürecinin seyrini belirleyen temel unsur hâlâ Suriye’deki Kürtlerin geleceği ve onların HTŞ yönetimiyle ilişkileridir.
Ankara için esas sorun, Kürtlerin Suriye’de 13 yıldır sürdürdükleri fiili yönetim ve elde ettikleri kazanımlardır. Ankara bu fiili yönetimi bir tehdit olarak görmeye devam etmekte ve bu konuda bölgesel ve küresel güçlerle ortak bir politika geliştirememektedir. Türkiye’nin Rojava politikasının yeni çözüm sürecine aşırı baskı yaptığı ve adeta sürecin ipoteği altına aldığı açıktır.
Ankara, PKK lideri Abdullah Öcalan üzerinden PYD/YPG üzerindeki etkisini kullanarak, Suriye’deki fiili özerklikten geriye gidilmesini; tamamen merkeziyetçi olmayan ama tam anlamıyla özerk de sayılmayacak bir idari yapının kabul edilmesini istiyor. Bunu da yeni çözüm sürecini riske atacak adımlar pahasına yapıyor.
Bu sessizliğin nedeni ne olabilir? Erdoğan, Hamas ve Gazze konusunda taviz vererek Rojava’da istediğini Trump’tan almış olabilir mi? Yani PYD/YPG konusunda, ABD’nin Türkiye’nin tezlerine yakın durması ve PYD/YPG güçlerini ikna etmeye çalışması yönünde bir mutabakat sağlanmış olabilir mi?
Sömürgecilerle Gazze masasında..
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu toplantısı dönüşünde TBMM yasama yılı açılışında yaptığı “diplomasinin tüm kanallarını devreye aldık” açıklaması dikkat çekiciydi.
ABD Başkanı Donald Trump ile Erdoğan arasında yapılan görüşmede Rojava, PYD/YPG konusunun ele alınmamış olması düşünülemez. Görüşme öncesinde bizzat Erdoğan, Gazze ve Rojava konularını gündeme getireceğini açıklamıştı. Ancak görüşme sonrası her iki lider de bu konuda herhangi bir açıklama yapmadı ve konu medyada yer almadı.
Bu sessizliğin nedeni ne olabilir? Erdoğan, Hamas ve Gazze konusunda taviz vererek Rojava’da istediğini Trump’tan almış olabilir mi? Yani PYD/YPG konusunda, ABD’nin Türkiye’nin tezlerine yakın durması ve PYD/YPG güçlerini ikna etmeye çalışması yönünde bir mutabakat sağlanmış olabilir mi?
Böyle bir anlaşma olasılığı göz ardı edilemez. Filistin davası Trump’ın sömürgeci planını barış planı olarak işbirliğiyle sunanların üzerinde anlaşamayacağı kirli pazarlık olamaz.
Savunma Bakanlığı ismini Savaş Bakanlığı yapacak kadar çılfırmış Trump için öncelik, İsrail hedefleri; Erdoğan için ise Rojava’daki Kürtlerin kazanımlarının yok edilmesi ve Kürtlerin siyasal var oluşlarının zayıflatılmasıdır.
Uyarı sinyali
2015 sonuna kadar yaşanan gelişmeler bu çerçevede anlaşılabilir. Ancak bu arada yeni çözüm sürecinin nasıl bir şekil alacağı ve PKK lideri Öcalan’ın bu süreçteki rolü belirleyici olacaktır.
Son günlerde Öcalan adına dolaşıma giren “İktidar üzerine düşeni yapmazsa benim yapacağım bir şey olamaz” sözleri, olası gelişmeler için önemli bir uyarı sinyali olarak değerlendirilebilir. Küçük iktidar hesaplarına tarihi fırsat, yeni çözüm süreci riske edilmemelidir.

Yorum Yazın