Dünyanın neresine baksak yoğun çatışmalar görüyoruz. Kimisi savaşlar, iç savaşlar, kimileri de suikastlar şeklinde tezahür ediyor. Bu duruma bakarak “Dünya hep böyleydi” denilebilir elbette.
Fakat değildi. İdam cezası meselesi örneğine bir göz atalım mesela. 1970’li ve 80’li yıllarda yaygın olarak kaldırılmaya başlandığı yıllarda insanların büyük çoğunluğu bu ceza biçiminin karşısındaydı. Büyük gösteriler ve saire…
Bugün acaba yaygın bir dizi araştırma yapmak olanağı olsa insanların bu konudaki kanaatları aynı mıdır? Belki yanılıyorum ama idam cezasına onay vereceklerin sayısı bugün sanki daha çoktur gibi geliyor bana. Bu bize ne gösterir, tarafların zıtlaşmasının korkunçluk boyutuna vardığını. Eskiden idamı savunanlar bazı mazeretler üretmeye çalışır, belli belirsiz bir utanç sergilerlerdi. Şimdikiler ise bağıra bağıra savunuyor ve karşı çıkanları çeşitli ağır sıfatlarla suçlamaktadırlar.
Neo liberalizmin cenneti sarsılırken o eski güzel Fukuyama günlerinde görülmeyen şeyler olmaya başlamıştır. “Tarihin sonunu getiren cennet Batı’ya” bir şeyler olmuş gibi görünmektedir. Batı’nın sokaklarında Batı’nın polisleri yine Batı’nın her biri pek kıymetli vatandaşlarını yerlerde sürüklemeye başlamıştır. Coplar insanların vücutlarına acımasızca inmeye, suratlar dağıtılmaya başlanmış, bunların failleri hiçbir yaptırım yahut ceza ile karşılaşmamıştır. Daha on sene önce “barbarlık, vahşet” olarak adlandırılan devlet davranışları şimdi “normal” ilan edilebilmektedir.
“Dünyanın Kutbu” ABD’nin sokaklarında ICE adında bir yarı polis örgütü insanlara kameralar önünde çocuklar da dahil olmak üzere ağır şiddet uygulayabilmektedir. “Hukuğun Zirvesi” ABD’de başkan kendi anayasa ve yasalarını delebilmek, uygulanamaz hale getirebilmek için ter dökmektedir. Aynı başkan ziyaret ettiği yahut misafir ettiği devlet başkanlarını aşağılamakta, tehdit ve hakaret etmekte bütün bunları kameralar önünde yaparken sadistçe bir tatmin sergilemektedir. İmam osurursa cemaat… Örneğin o başkanın diplomasi eğitiminden geçmediği anlaşılan bazı elçileri aynı gün elçi oldukları ülkelere “akıllar verip” hakaret ve tehditler edebilmektedir. Başkana gelince o bir tefeci ve tüccardır. Ülkeleri ziyaret etmeden önce onlara ziyaret “faturası” gönderen tuhaf bir adamla karşı karşıyayız.
Reel Sosyalizmin çöküşünden sonra sermaye şunca yıldır dünya üzerinde sopasız gezmenin lüksünü yaşamıştır. Acaba Fukuyama insan denen mahlukun tarihin sonuna izin vermeyeceğini şimdi anlamış mıdır? Entelektüel dünyaya baktığımda bu konuda umutlu değilim, şimdi de şakirtler “insanın sonundan” bahsetmeye başladıklarına göre. Tarih yürümeye devam ediyor oysa. Yaşasın canlı olan!
Göller ve denizler kurutulmuş, covidler yaratılmış, okyanuslarda çılgınlar gibi yeni yeni nükleer denemeler yapılmış, insan mahlûku antik çağ kölelerinin bile uğramadığı saldırı ve aşağılamalara mahkûm edilmiş, bütün kutsalları ayaklar altında çiğnenmiştir bu köpeksiz kalmış köyde.
Peki “Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?”
Kurtarır yahut kurtarmaz ama kendi tarihimizden biliriz ki insan her yerde iyi/kötü, güzel/çirkin kavramlarına sahiptir. Ve yine insan sonsuz sabra sahip değildir.
Uzunca bir süredir her tür mücadelenin hunharca yürütüldüğünü görüyoruz. Şiddet yükselmekte, şiddetin yöntemleri ise vahşileşerek görülmek istemektedir. Katiller, caniler tanınmaktan kaçınmak şöyle dursun, tanınarak mesleklerini geliştirmekte, yaydıkları korkuyu pazarlamaktadırlar. Öldürmek, devletler olsun kişiler olsun onlara rütbeler sağlamaktadır.
Yaygınlaşan otoritarizm kısa sürede norm dışı tahakküm araçları üretmekte, bunlar saldırı alanlarını daha da genişletmektedir. Dahası bütün bunlarla birlikte sermayenin kendisi de tehdit altına girebilmektedir. Bunca yaygın bir cinnetler dünyasının elbette tehdit etmeyeceği hiçbir “düzen” yoktur. Bir “boşta gezenin” bir CEO’lar CEO’sunu kolayca öldürebildiği bir dünyada kim huzur bulabilir ki?
Böyle bir dünyada Suriye İç Savaşı’nı yaşadık, gördük. Dünyanın bu büyük sayılamayacak ülkenin çöküşünden nasıl genişçe etkilendiğine tanık olduk. “Bizde de çıkar mı acaba?” diye sorduk. Neden çıkmasındı? Yeterince birbirimize düşmanlaştırılmamış mıydık? Böyle bir durumu isteyenleri açıkça görmüyor muyduk? Genel cevap şöyle oluyordu “Biz Suriye gibi değiliz, büyüğüz ve NATO üyesiyiz!”. Bunu söylerken aslında ne söylediğimizi de fark etmiyorduk. Doğrudan NATO’nun 5.Maddesinden bahsederek ülkemizin işgalinden bahsediyorduk.
Sonra o günler geçti. Trump vakası ile başka sorular sorduk. “Bir nükleer savaş çıkar mı?”. Dahası “ABD’de iç savaş çıkar mı?”. Amerikan medyasında, iç savaşın bir ihtimal olarak görüldüğü tartışmalar okuyorduk. Yani büyük ülke olmak bu ihtimali ortadan kaldırmıyordu. NATO üyesi olmak ise hiç.
İşte bu hal ve şeraitte neler yapılabilirdi? Bütün bu gidişe çözüm nasıl bulunacaktı? Başkanlık seçimleri öncesi profesyonel bir el, aday Trump’ın kulağını sıyıran bir mermi gönderdi. Elbette kafasını hedef almıştı. Netenyahu’ya roketler atıldı. Hamaney’e suikastlar yapıldı. İran’ın önemli liderleri öldürüldü. “Huzur” için teşebbüsler ve suikastlar. Trajik!
Sonra adeta ABD’nin gerçek başkenti olan New York şehrine her şeyiyle aykırı, barışsever, insan sever, hayvansever, eşitlikçi ama daha fazla da özgürlükçü, ötekilerden yana ve çalışanlardan yana bir başkan seçildi. Zohran Mamdani. Üzerine ABD’de en büyük öteki olan sosyalizm cübbesi giymiş bir Süperman. Bütün dünyanın heyecanlanması elbette çok normaldi. Fakat ben öncelikle karamsarlık görevimi yerine getirdim ve kendi kendime “Ne Ali’ler gördük Osman çıktılar” sözünü mırıldandım. Hemen ardından da “İnşallah öyle değildir!”.
Bu genç adam öyle bir zafer kazandı ki şimdi çok, çok olağanüstü şeyler olmadıkça ABD’de yeni olumlu gelişmelerin önderi olacağı kesindir. Bu, dünyada da önemli şeyler olabileceğine işarettir. Demek ki sermayede biraz akıl varmış. Bir de kandırarak bir toplumun ilelebet yönetilemeyeceğini öğrenmeliler. Yoksa uzun yıllar önce söylenen bir sözle onlar da tanışacaklardır, “Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık!”.


























Yorum Yazın