Yargıtay'ın kararı ile Kavala'nın savunması arasındaki bu derin çatışma, Türkiye'de hukuk devletinin mevcut durumu hakkında önemli sonuçlar ortaya koyuyor. Bu dava, sivil toplum için alanın daraldığını, meşru muhalefet ve insan hakları savunuculuğunun sistematik olarak kriminalize edildiğini gözler önüne seriyor. Osman Kavala, demokratik ve insan haklarına saygılı bir toplumun temel ilkeleri üzerine yürütülen hukuki ve siyasi bir mücadelenin sembolü haline gelmiştir. Bu nedenle ülkenin gündeminde tutulması gerekmektedir.
Türkiye’nin gündemi içinde Osman Kavala unutulmuş gibi gözüküyor. Oysa Osman Kavala’nın uğradığı haksızlığı gündeme getirmek kendisine yönelik vicdani bir tutumdan ziyade bu ülkenin gidişatına yönelik bir tavırdır. Bu yazı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin verdiği 78 sayfalık onama kararını ve Kavala’nın gerek yargılanma sürecinde gerek röportajlarında geliştirmiş olduğu savunmayı esas alarak davanın neden hepimiz için önemli olduğunu basit bir şekilde ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Gezi Parkı davası, Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin onama kararı ve Osman Kavala'nın bu karara karşı duruşu sadece bir suçlama ve savunmadan ibaret olmayıp Türkiye’nin demokrasisi, sivil toplumun rolü ve hukukun işlevi üzerine kurulu iki kökten farklı anlatının mücadelesidir.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, 28 Eylül 2023 tarihinde Osman Kavala, Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’in cezasını onadı. Mücella Yapıcı, Ali Hakan Altınay ve Yiğit Ali Ekmekçi hakkında istenen cezalar ise bozuldu.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Gezi Parkı eylemlerini anlık gelişen bir toplumsal hareket olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin 61. Hükümeti'ni cebir ve şiddet yoluyla ortadan kaldırmayı amaçlayan, titizlikle planlanmış ve dış destekli bir komplo olarak değerlendirmektedir. Karar metninin önemli bir bölümü, bu komplo teorisini desteklemek amacıyla Gezi'nin bir ön tarihini inşa etmeye ayrılmıştır. Bu anlatıya göre süreç, 2011 yılında sosyal medya girişimleriyle başlamış, dış aktörlerin yönlendirmesiyle devam etmiş ve tiyatro oyunlarıyla provası yapılmış planlı bir kalkışmadır. Bu anlatıda Osman Kavala, uluslararası aktörlerin yerel koordinatörü, eylemlerin organizatörü ve finansörü olarak konumlandırılmaktadır. Bu tezin inşası, Türk Ceza Kanunu'nun 312. maddesinde düzenlenen "Hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs" suçunun hukuki unsurlarını karşılamak için zorunludur. Zira bu suç, kendiliğinden gelişen bir protestodan ziyade, önceden tasarlanmış bir niyet gerektirir. Bu nedenle yargı makamları, Gezi'nin spontane bir hareket olmadığını, aksine iki yıl öncesinden başlayan planlı bir toplum mühendisliği ürünü olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.
Bu dava, Türkiye'de sivil toplum faaliyetlerinin ve uluslararası işbirliklerinin kriminalize edilmesi açısından kritik bir dönüm noktasıdır. Yargıtay kararı, yurtdışından fon almayı, uluslararası çalıştaylar düzenlemeyi ve yabancı diplomatlarla görüşmeyi bir komplo faaliyetinin parçası olarak sunmaktadır. Buna karşılık Osman Kavala’nın savunması, tüm yargılamanın meşru sivil toplum faaliyetlerini ve muhalefeti kriminalize etmek için tasarlanmış bir kurgu olduğu iddiasına dayanmaktadır. Bu durum, ya tüm uluslararası bağlantılı sivil toplum faaliyetlerinin potansiyel olarak yıkıcı olduğu ya da Kavala'nın yargılanmasının siyasi güdümlü olduğu ikilemini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, bu iki anlatının çatışması, yalnızca bir kişinin suçluluğu veya masumiyetiyle ilgili değil, aynı zamanda Türkiye'de meşru siyasi ve toplumsal eylemin sınırlarının ne olduğuyla ilgili temel bir mücadeleyi yansıtmaktadır.
Kavala'nın sivil toplum çalışmaları savunusu, sadece kendi eylemlerinin değil, Türkiye'deki bağımsız sivil toplum fikrinin de bir savunusu olarak değerlendirilebilir. Yargıtay, Anadolu Kültür'ün Kürt ve Ermeni topluluklarıyla yaptığı çalışmaların direnç noktaları oluşturma ve vatandaşların devletle bağlarını zayıflatma amacı güttüğünü iddia etmektedir. Kavala ise bu faaliyetlerin, bu vatandaşların kendilerini toplumun eşit bireyleri olarak görmelerini ve hissetmelerini sağlamayı amaçladığını, bunun da devletle bağlarını ayrışma üzerinden değil, eşitlik ve adalet temelinde güçlendirdiğini savunmaktadır.
Yargıtay kararı, yurtdışından gelen fonları protestolara aktarmak için Anadolu Kültür A.Ş.'nin bir paravan olarak kullanıldığını iddia etmektedir. Kavala'nın gaz maskesi, yiyecek, su ve ses sistemi gibi lojistik destekleri tartıştığı telefon görüşmeleri, finansör ve organizatör rolünün doğrudan kanıtı olarak sunulmaktadır. Söz konusu küçük lojistik destekler ile hükümeti devirmeye teşebbüs gibi devasa bir suç arasındaki orantısızlık net bir şekilde belirgindir.
Yargıtay kararının anlatısında, Osman Kavala'nın uluslararası temasları, Türkiye aleyhine yürütülen bir komplo ve casusluk faaliyetinin kanıtı olarak sunuluyor. Bu anlatı, yabancı aktörlerle her türlü etkileşimin potansiyel olarak ihanet kabul edildiği, içe kapalı ve şüpheci bir dünya görüşünü yansıtmaktadır. Yargıtay kararı, bir yabancıyla yapılan her görüşmeyi şüpheli bir olay olarak listeleyen bir istihbarat raporu gibi okunabilir. Kavala'nın savunması ise bu faaliyetleri, meşru ve şeffaf sivil toplum çalışmalarının normal bir parçası olarak yeniden çerçevelemektedir. Savunma, bu faaliyetlerin bağlamını sunarak savcılığın imaya dayalı anlatısını boşa çıkarmaktadır: Ya bir Türk vatandaşının bir Alman diplomatla veya Amerikalı bir akademisyenle konuşması suçtur ya da Kavala'ya karşı açılan dava temelsizdir.
Kavala'nın sivil toplum çalışmaları savunusu, sadece kendi eylemlerinin değil, Türkiye'deki bağımsız sivil toplum fikrinin de bir savunusu olarak değerlendirilebilir. Yargıtay, Anadolu Kültür'ün Kürt ve Ermeni topluluklarıyla yaptığı çalışmaların direnç noktaları oluşturma ve vatandaşların devletle bağlarını zayıflatma amacı güttüğünü iddia etmektedir. Kavala ise bu faaliyetlerin, bu vatandaşların kendilerini toplumun eşit bireyleri olarak görmelerini ve hissetmelerini sağlamayı amaçladığını, bunun da devletle bağlarını ayrışma üzerinden değil, eşitlik ve adalet temelinde güçlendirdiğini savunmaktadır. Sağlıklı bir demokratik işleyiş, tüm topluluklarının sorunlarıyla ilgilenmeyi gerektirir ve sivil toplum bu süreçte hayati bir rol oynamaktadır. Savcılığın bir tehdit olarak gördüğü şey, Kavala için demokratik bir zorunluluktur.
Davanın hukuki belkemiğini oluşturan TCK 312. madde, suçun oluşması için "cebir ve şiddet" kullanılmasını şart koşmaktadır. Yargıtay kararı, Gezi protestoları genelinde yaşanan mala zarar verme ve polisle çatışma gibi olayları "cebir ve şiddet" olarak kabul etmekte ve bu şiddeti, herhangi bir kişisel eylemi olmamasına rağmen, organizatör ve finansör olarak nitelediği Kavala'ya atfetmektedir. Bu mantığa göre Kavala, “kalkışmayı” organize ettiği için, içinde meydana gelen tüm şiddet eylemlerinden sorumludur. Oysa ülke genelinde milyonlarca insanın barışçıl toplanma hakkını kullanmasının, bazı kişiler tarafından gerçekleştirilen münferit şiddet eylemleriyle bir tutulamayacağı açıktır ve TCK 312 için sanık ile hükümeti devirmeye yönelik şiddet eylemi arasında çok daha doğrudan bir bağ gerekmektedir. Kavala'nın savunması da bu noktaya odaklanır: "Cebir ve şiddet koşuluna bağlanmış olan suç tanımı, davadaki hiçbir sanığın iddianamede ortaya konulan eylemlerine uymuyor. Ellerine taş almış değiller," diyerek suçun maddi unsurunun yokluğunu vurgular.
Yargıtay'ın kararı ile Kavala'nın savunması arasındaki bu derin çatışma, Türkiye'de hukuk devletinin mevcut durumu hakkında önemli sonuçlar ortaya koyuyor. Bu dava, sivil toplum için alanın daraldığını, meşru muhalefet ve insan hakları savunuculuğunun sistematik olarak kriminalize edildiğini gözler önüne seriyor.
Gezi davası, ifade, örgütlenme ve toplanma özgürlükleri üzerinde ciddi bir caydırıcı etki yaratmıştır. Dava, meşru bir protestoyu bir terör eylemine dönüştürmüş ve gelecekteki toplumsal muhalefet biçimlerinin daha en başından baskı altına alınmasını “hukuki” bir zemine oturtmuştur.
Osman Kavala, demokratik ve insan haklarına saygılı bir toplumun temel ilkeleri üzerine yürütülen hukuki ve siyasi bir mücadelenin sembolü haline gelmiştir. Bu nedenle ülkenin gündeminde tutulması gerekmektedir.
Osman Kavala, Mine Özerden, Çiğdem Mater, Can Atalay, Tayfun Kahraman’ın özgürlüklerine kavuşacağı günlerin umuduyla…
Not: Ayşe Buğra ve Asena Günal editörlüğünde İletişim Yayınları tarafından “Bir Dava Hikayesi; Osman Kavala’nın Yedi Yılı” başlıklı bir kitap yayınlandı. Osman Kavala ve Ayşe Buğra’nın son yedi sene içinde yaptığı mülakatlardan, bu kitabın hazırlanması fikrini geliştiren Ertuğrul Günay’ın önsözünden, gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun Osman Kavala’nın yaşadıklarını yalın bir şekilde açıkladığı soru cevap kısmından ve Rıza Türkmen, Köksal Bayraktar gibi hukuk insanlarının metinlerinden oluşan kitap konuya dair birinci elden bir kaynak niteliğinde. www.osmankavala.org adresinde ise iddianameler ve savunmalar başta olmak üzere konu hakkındaki her türlü belgeye ulaşabilirsiniz.

Yorum Yazın