On yılı aşkın bir süredir popülist siyaset tüm dünyada yükselişte. Bu trendin yol açtığı değişimlerden birisi de siyasi partilerin gerileyişi. 20. yüzyıl boyunca politika sahnesinin ana oyuncusu partilerdi. Seçmenlerin önemli bir bölümü siyasal kimliklerini, bu yapılara duydukları bağlılık üzerinden tesis ediyordu. Liderlerin siyasal iletişimlerinde bu örgütlerin aracılık rolü de azımsanmayacak düzeydeydi. Ancak iletişim kanallarının çeşitlenmesi ve sosyal medyanın ortaya çıkışı ile bu gereklilik azalmaya başladı. Siyasetin başat figürleri sosyal medya aracılığı ile seçmenlere kişisel ekranları üzerinden erişebilmeye başladıkça, bu bürokratik yapılar da kan kaybetmeye başladı. Partilerin yerini yeni siyasi yüzlerin çevresinde kurulan geçici ‘hareketler’ almaya başladı. Macron, Mélenchon, Milei, Wagenknecht ve Zelensky gibi pek çok isim, kurumsal partilerden çok böylesi popülist örgütlenme mekanizmaları yoluyla yükseldi.
Sandık güvenliğinin sağlanması ihtiyacıyla Ekrem İmamoğlu’nun başlattığı İstanbul Gönüllüleri oluşumu da böylesi bir hareketin ilk filiziydi. Nitekim tarihin o anı için son derece yerinde bir hamleydi. Dönüşen siyasetin kitle mantığını yansıtmakla kalmayan, aynı zamanda ülkedeki yeni sistemin karakterine de uygun bir adımdı. Zira bizdeki başkanlık sisteminde hem yasama hem de yürütme en tepede duran tek bir makama bağlı. Ve bu makama aday gösterilmek için siyasi partilerin desteği bir zorunluluk değil. Üstelik seçildikten sonra da cumhurbaşkanları kendi yardımcılarını ve bakanlarını atayabiliyor, bunun için meclisin güvenoyuna ihtiyaç duymuyorlar. Dolayısıyla kendi çevresinde seçim odaklı bir gönüllülük hareket inşa eden ve gerekli popülerliği yakalayan her isim imza toplayarak aday olabilir ve seçilmesi halinde ülkenin siyaseten en güçlü ismine dönüşebilir. Böyle bir yol, adayın parti içinde işletilen süreçler neticesinde belirlendiği ve vaatlerin parti programı çerçevesinde çizildiği alışıldık mekanizmalara göre daha güncel. Zamanın ruhu, parti kurullarındaki müzakerelerden ziyade gevşek örgütlenme modellerindeki dinamizmi öne çıkartıyor. Seçmen tercihlerinin değişiminde partilerin plan ve programlarından çok liderlerin imajları belirleyici oluyor.
Mevcut başkanlık sistemini kendi siyasal tarzına göre tasarlayan Erdoğan, elbette bu bakımdan rakiplerinden avantajlı. Kurallar, onun en iyi bildiği oyun olan lider odaklı, pragmatik ve gayrı-kurumsal siyaseti teşvik ediyor. Nitekim başkanlık sistemi ortaya çıktığından beri cumhurbaşkanının dar siyasal çevresi ile AKP’nin kurumsal kimliği arasında peyderpey bir ayrışma gerçekleşti. Özellikle seçim süreçlerinde hâkim söylem ve istikamet, Erdoğan’ın çevresindeki dar bir ekip tarafından belirlenip gerek AKP’ye gerekse ilgili bürokratik organlara tebliğ ediliyor. Burada partinin rolü seçim çalışmalarına altyapı desteği vermekten ibaret.
Parti ile lider arasındaki bu ayrışma, cumhurbaşkanına ek bir siyasi manevra alanı açarak onun elini rahatlatıyor. Kimi siyasi sorunlarda sorumluluk partiye yüklenerek saraya dönük eleştirilerin önü alınıyor. Hatta kimi zaman bizzat Erdoğan partiyi karşısına alıp fırça çekerek bu ayrışma görüntüsünü seçmenin bilinçaltına yerleştiriyor. Cumhurbaşkanına olan desteğin AKP kadar gerilemediğini göz önüne alırsak, bu çabaların karşılığının alındığı ortada.
Ana muhalefet partisi ise değişen sisteme karşın parlamenter sistem günlerini andıran siyasi tarzında ısrar ediyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği günden bu yana yapılan iki cumhurbaşkanlığı seçiminde de CHP, kendi parti kimliğini öne çıkartarak yarışmayı tercih etti. Muhalif bir cumhurbaşkanı adayını destekleyen parti olmak yerine, kendi adayını çıkartan, muhalefetin adayını belirleyen kurum olmayı yeğledi. İlk cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Muharrem İnce’nin “gel bakalım Muharrem” denilerek sahneye davet edilmesi, parti ile aday arasındaki hiyerarşiye dair zihinlerde bir soru işareti olmadığını gösteriyordu. İkinci seçimde parti genel başkanının aday gösterilmesindeki ısrar da bu kurumsal siyaset tarzından vazgeçilemediğinin göstergesiydi.
Neticede her iki seçimde de dengesiz bir tablo çıktı seçmenin karşısına. Bir yanda Erdoğan adeta tek bir kişi olarak yarışa girmekte ve AKP, MHP, BBP gibi farklı partilerin desteğini almaktaydı. Onun karşısında ise adayının önünde durmaya çalışan bir CHP vardı. Dolayısıyla geçen iki seçimde bir kişi ile bir kurumun yarışına şahit olduk. Seçmenlerin siyasi partilere ve partinin kariyer politikacılarına dair güvensizliği, bu asimetrik yarışta kuşkusuz iktidarın işine yaradı. Erdoğan kendisini iş bilen, sorun çözen ve güven veren bir eylem adamı ve baba figürü olarak öne çıkarttı. Muhalefeti ise bürokratik yapısı üzerinden hedef tahtasına oturttu ve iç tartışmalara boğulmuş, kaotik bir CHP imajını pekiştirmeye çabaladı. Her iki seçimde de CHP, kurumsal olarak kendine duyulan teveccühü arttırmak için elinden geleni yaptıysa da sonuç değişmedi.
Bugün geldiğimiz noktada CHP yine bildiği yoldan gitmeye devam ediyor. Açıkçası biraz da buna mecbur bırakılıyor. Ekrem İmamoğlu ve kurmayları özgürlüklerinden mahrum bırakıldıktan sonra, muhalefet dinamizmini İmamoğlu liderliğinde seçime kadar yükseltme olasılığı ortadan kalktı. Bu durumda yeni bir adayın öne çıkmasına ve kendi kampanyasını tabandan başlayarak kurmasına izin vermek yerine, Özgür Özel ipleri partinin eline almayı tercih etti. 19 Mart öncesi İmamoğlu çevresinde büyüyerek yayılan dinamik muhalefet, yeniden yerini CHP koridorlarında müzakere edilerek şekillenen bürokratik muhalefet tarzına bırakmakta.
Cumhurbaşkanlığı adaylık ofisinin geçtiğimiz günlerde doğrudan genel başkana bağlanması bu anlamda önemli bir işaret. Aynı şekilde parti sözcüsü Zeynel Emre’nin, adaylarının kim olacağına ilişkin bir soruya yanıt verirken, çalışmalarını aday üzerinden yürütmediklerini söylemesi ve temel politikalar üretmek için çalıştıklarını belirtmesi de çok anlamlı. Buradan da anlaşılıyor ki CHP üçüncü cumhurbaşkanlığı seçimine de kendi adayını belirleyerek girecek ve Erdoğan karşısında daha kurumsal bir muhalefet portresi çizerek kazanmayı umut edecek.
Bu yaklaşım zamanın popülist ruhuna ne kadar uygun? Muhalefetin kurumsallığını öne çıkartması ve parti içi bürokratik yapılara bu kadar bel bağlaması, kitlelerle ilişkisini zorlaştırmıyor mu?
Doğrusu 19 Mart’tan bugüne kadar geçen dokuz ayda bu soruları sormanın bir anlamı yoktu. İktidarın yarattığı fiili olağanüstü hâl, muhalefetin kitlelerle bütünleşmesi için büyük bir imkân sağladı. Özgür Özel de partinin kurumsal kimliği ile organik muhalefetin sokaktaki dinamizmini son derece başarılı bir biçimde dengeledi. Ancak bu dengenin seçime kadar sürdürülüp sürdürülemeyeceği bir soru işareti. Dahası, bir önceki yüzyıldan kalma parti sistemlerinin değişim zamanının geldiği de aslında açık. Bu parti içi mekanizmaların muhalefete olan maliyeti, kazandırdıklarının altında.
Elbette CHP bürokratik tarzını devam ettirerek de bir cumhurbaşkanlığı seçiminden galip çıkabilir. Öte yandan işlerini gereğinden fazla zorlaştırdıkları da bir gerçek. Bu noktada, çevresinde organik bir hareketin tesis edileceği, parti kimliğinden kısmen bağımsız bir siyasi figürün arkasında durmak, ana muhalefet partisi için başarıya giden çok daha kestirme bir yol olabilir. CHP kendi adayını çıkartmak yerine, halkın kendiliğinden çıkarttığı ve üzerinde ittifak kurduğu bir muhalefet adayını desteklemeyi tercih ederse, muhalefetin şansını çok daha yüksek olacaktır.























Yorum Yazın