PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan'ın, Mezopotamya İslami Araştırmalar Federasyonu'nun Diyarbakır'daki kongresine gönderdiği mesaj, İslam'ın erken dönemindeki çoğulcu ittifak modeli olan Medine Vesikası'na atıfta bulunarak, "cihad" ve "Demokratik İslam" kavramlarını merkeze yerleştirmektedir. Bu retorik hamle, geleneksel Marksist-Leninist köklerden beslenen bir hareketin, dini motiflerle sentezlenmiş yeni bir paradigmaya evrilmesini simgelemektedir. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları'nın bu mesajı açıkça desteklemesi –"Demokratik İslam çizgisinin inşasını, güçlenmesini ve toplumda zuhur etmesini sağlamak çok kıymetli ve değerli" ifadesiyle– ise, Kürt siyasi hareketi içinde dini unsurların stratejik entegrasyonunu pekiştirmekte, ancak Türkiye'nin laik ve üniter devlet yapısıyla derin bir gerilim yaratmaktadır.
Bu gelişme, post-kolonyal teori bağlamında incelendiğinde, hegemonik söylemlerin nasıl dönüştürüldüğünü ve yerel direniş anlatılarının küresel dini narratiflerle nasıl iç içe geçtiğini aydınlatmaktadır. Öcalan'ın yaklaşımı, Foucault'cu bir perspektiften bakıldığında, iktidar ilişkilerini yeniden yapılandırma girişimi olarak okunabilir: Dini kavramlar, ideolojik hegemonyayı genişletmek için araçsallaştırılmaktadır.
Öcalan'ın mesajı, İslam'ın kökenlerine uzanan Medine Vesikası'na dayanır. Bu belge, Hz. Muhammed'in Medine'de Yahudi, Hristiyan ve Müslüman topluluklar arasında kurduğu sözleşmeye dayalı bir ittifakı temsil eder ve erken dönem İslam'ın çoğulcu ethos'unu (etik yapısını) yansıtır. Öcalan, bu tarihsel ruhu çağdaş bir bağlama uyarlayarak, "gerçek cihad, nefsimize ve zulme karşı sürekli özeleştiriyle sürdürülen mücadeledir" diye tanımlamakta, böylece geleneksel cihad kavramını radikal bir hermeneutik yorumla (yorumbilimsel yaklaşım) dönüştürmektedir. Bu reinterpretasyon (yeniden yorumlama), Sufi gelenekteki içsel mücadele (cihad-ı ekber) ile modern eleştirel teori arasındaki köprüleri çağrıştırmakta, ancak aynı zamanda Habermas'ın iletişimsel eylem kuramıyla çelişen bir manipülasyon potansiyeli taşımaktadır: Özeleştiri, bireysel aydınlanmadan ziyade kolektif mobilizasyonun aracı haline getirilmektedir.
DEM Parti'nin bu mesajı benimsemesi, Kürt siyasi hareketinin evrimini işaret etmektedir. Ancak bu Marksist materyalizmden dini senteze geçiş, Türkiye'nin seküler mirasını kökten sorgulatmakta; Kürt milliyetçiliği, dini bir çerçeveyle güçlendirilerek, çatışma sonrası barış modellerini önerse de, esasında bir ideolojik palimpsest (üst üste yazılmış metin) oluşturmakta ve tarihsel referanslar, güncel siyasi stratejileri gizleyen bir katman işlevi görmektedir.
Demokratik İslam Kavramı: Teorik Temeller ve Uygulanabilirlik Engelleri
"Demokratik İslam" kavramı, İslam'ın temel metinlerini (Kur'an ve Sünnet) demokratik değerlerle –çoğulculuk, eşitlik ve katılımcılık– uyumlu kılmak üzere bir hermeneutik yeniden yorumu savunur. Medine Vesikası'nı ontolojik temel olarak alan bu yaklaşım, İslam'ın erken dönemindeki sözleşmeye dayalı toplum modelini, modern liberal demokrasiye uyarlamayı amaçlar. Felsefi açıdan, bu sentez Abdurrahman Wahid veya Fazlur Rahman gibi reformist düşünürlerin "İslam ve demokrasi" tartışmalarını yankılamakta, ancak Öcalan'ın versiyonunda, Murray Bookchin'in ekolojik demokrasi fikirleriyle karışan bir komünalizm boyutu eklenmektedir. Yine de, Türkiye gibi katı laiklik ilkesi üzerine kurulu bir devlette, bu kavram ciddi çelişkiler yaratmaktadır.
"Demokratik İslam", sekülerizmi aşındıran bir teokratik eğilim taşımaktadır. Zira dini normlar, siyasi karar alma süreçlerine entegre edildiğinde, Rawls'cu "halkların makul çoğulculuğu"nu bozabilir ve mezhep temelli ayrışmaları tetikleyebilir.
Öcalan'ın cihad'ı özeleştiri olarak tanımlaması, radikal unsurları yumuşatma stratejisi gibi görünse de bu yeniden tanımlama, şiddet potansiyelini gizlerken, yeni çatışma dinamikleri yaratabilir. Hatimoğulları'nın desteği, kavramın siyasi bir araç haline dönüşümünü vurgularken bu yaklaşım, Arendt'in "siyasi alanın araçsallaştırılması" uyarısını anımsatır. Çarpıcı bir gerçek olarak, dini kavramların siyasi arenada kullanımı, Habermas'ın "post-seküler toplum" tezini test etmekte, ancak pratikte toplumsal bölünmeleri derinleştirmektedir.
Teoride çoğulcu bir toplum modeli sunan "Demokratik İslam", pratikte üniter devlet yapısını zorlar; zira Batı demokrasileriyle (örneğin, Endonezya veya Tunus modelleriyle) karşılaştırıldığında, İslam'ın siyasallaşması laiklik ilkesini ihlal eder ve otoriter eğilimlere kapı aralar. Analizler, bu kavramın post-kolonyal bağlamlarda özgürleştirici potansiyel taşıdığını kabul etse de Türkiye'nin tarihsel travmaları göz önünde bulundurulduğunda, kültürel relativizmin sınırlarını aşan bir tehlike arz ettiğini gösterir.
Türkiye'nin Laik Yapısı: Anayasal Ontoloji, Felsefi Temeller ve Tehdit Algısı
Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk'ün Aydınlanma mirasını benimseyerek, laiklik ilkesini ontolojik bir temel haline getirmiştir. Anayasa'nın 2. maddesi, devletin laik niteliğini mutlak kılarak, Kant'çı akılcı sekülerizmi kurumsal bir çerçeveye oturtur. Öcalan'ın "Demokratik İslam" önerisi, bu ilkeye doğrudan meydan okur; dini referansların siyasi süreçlere entegrasyonu, seküler eğitimi (Comte'çu pozitivizm temelli) ve yargı sistemini (Hume'cu empirik adalet) etkileyebilir. Medine Vesikası'nın ruhu, tarihsel bir çoğulculuk sunsa da modern Türkiye'nin üniter yapısıyla çelişmektedir. Bu durum, Hegel'ci devlet felsefesinde "geist" (tin) olarak laikliğin ulusal birliği koruyan rolünü vurgulamaktadır.
Laiklik, bireysel özgürlükleri korurken, dini siyasallaşma mezhep çatışmalarını (örneğin, Alevi-Sünni gerilimleri) körükleyebilir. Öneri, Türkiye'nin Avrupa Birliği uyum sürecini sekteye uğratabilir; zira AB'nin Kopenhag Kriterleri, seküler demokrasiyi önkoşul kılar. Laik yapı, dini ve siyasi alanları ayırarak istikrar sağlamaktadır.
Üniter Devlet ve Etnik Çatışmalar: Ontolojik Riskler ve Tarihsel Analojiler
Türkiye'nin üniter devlet yapısı, Rousseau'cu genel irade kavramıyla uyumlu olarak, federalizm veya özerklik taleplerine karşı hassasiyet gösterir. Öcalan'ın mesajı, "Demokratik İslam"ı bir yönetim modeli olarak konumlandırırken etnik ayrılıkçılığı dini bir meşruiyetle (Weber'ci karizmatik otorite) güçlendirir. İdeolojik sentezler, terör örgütlerinin propaganda araçları haline gelmektedir. Bu durum, Althusser'ci ideolojik devlet aygıtları teorisiyle açıklanabilir. DEM Parti'nin desteği, kavramın parlamenter sisteme sızmasını kolaylaştırır; Keza analizler, bunun Suriye'deki Rojava modelinden (demokratik konfederalizm) esinlendiğini gösterir, ancak Türkiye'nin coğrafi ve demografik yapısı, bu uygulamaları riskli kılmaktadır. Öneri, barış sürecini canlandırmış gibi görünse de uzun vadede çatışmaları derinleştirir; zira tarihsel analojiler (örneğin, Yugoslavya'nın parçalanması), dini-etnik sentezlerin istikrarsızlığını vurgulamaktadır.
Sonuç olarak, bu ideolojik dönüşüm girişimi, barış ve demokratikleşme adına ileri sürülen bir söylem gibi görünse de, Türkiye'nin anayasal kazanımlarını (laiklik ve üniter yapı) ve toplumsal bütünlüğünü tehdit eden ontolojik unsurlar içerir. Laik ve üniter devlet yapısının korunması, bu sentezlerin yol açabileceği risklere karşı en temel güvence olmaya devam etmektedir. Gelecekteki siyasi süreçlerde, dini kavramların araçsallaştırılmasından ziyade, evrensel demokratik ilkeler ve anayasal çerçeve temelinde kalıcı çözümler aranmalıdır. Aksi takdirde tarihsel referanslar ve çözüm kisvesi altında yürütülen bu girişimler, mevcut sorunları çözmekten çok; bir sarmala dönüşme tehlikesini taşımaktadır.


























Yorum Yazın