Kültürel mirasın demokrasi ile ilişkisi, arada söz konusu olsa da, bu alandaki görüşlerin kanıtlanması oldukça zordur. Çünkü bir davranışın “miras” yüzünden mi, yoksa başka nedenlerden dolayı mı, örneğin belli bir eğitimin sonucu olduğunu anlamak kolay değildir. Yüzyıllar öncesinde yaşanmış bir okuryazarlık eksikliğinin bugüne taşıdığı sonuçlar da, yani geçen yazılarımda sözünü ettiğim alan da, böyle bir belirsizlik içerir.
Ama kültürel miras kavramı da ayrıca sorunludur. Çünkü iki farklı durumun aynı kavramla ifade edildiğini fark etmeyiz. Birincisine (a) “kültürel miras”, ikincisine (b) “hayali kültürel miras” diyerek farkı belirteyim. Kültürel miras, bildiğimiz, mimari ve sanat eserler olabilir, yani maddi şeyler, ama maddi olmayan şeyler de olabilir, örneğin, halk biliminin ele aldığı gelenekler, dilde var olan özellikler, toplumsal alışkanlıklar gibi. Konumuzla ilgili alan daha çok toplum bilimcilerin ve antropologların ele aldığı maddi olmayan gelenekler ve alışkanlıklardır.
Ama milli devletler döneminde bir de yaratılan “hayali kültürel miras” vardır. Milliliğe nasıl “hayali cemaat” (imagined community) denmişse, bu cemaatin bir de yarattığı hayali bir mirası vardır; buna da “invented tradition” denmiştir. Artık klasik sayılan Benedict Anderson ve Eric Hobsbawm’un çalışmalarından söz ediyorum. Milli devletlerde bu hayali miras herkesin izlemeye mecbur olduğu “ortak” eğitimle pekiştirilir. Türkiye’de, genellikle beğeni ile hatırlatılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile 1924'te bu ortak eğitim ve ortak bilgi birikimi tam olarak sağlanmıştır.
İlginç olan – aslında üzücü olan – bilinç düzeyinde algıladığımız “miras”, gerçek olanı değil, bize öğretilmiş olan kurgulanmış mirastır. Eski bir bildiri ve yazımda Türkiye ve Yunanistan tarih yazımında yaratılan hayali mirasın örneklerini vermiştim.[1] Türkiye ile sınırlı kalırsak, hayali miras topluma aşılanan “olumlu” bir mirastır: ecdadımız hak yolunda yiğit ve hakkaniyetiydi, “biz” hep dürüsttük, yaratıcıydık, bizim tıynetimizde kötülük yoktur, geçmişimiz kıvanç nedenidir, geçmişten gelen mirasımız işte budur denerek hayali bir geçmiş ve miras yaratılır. Eskilerden bugüne bize varan gelenekler ve görenekler ise hem “Türklükle” ilgili olanlardır, yani “milli arılık” konusunda kuşkular yaratacak yabancı etkiler geçiştirilir, hem de olumsuz geleneklerden söz edilmemesine özen gösterilir. Sonunda, bugün olumsuz bazı sonuçlara neden olabilecek bir mirasın esamisi okunmaz. Yani gerçek mirası bilmeyiz, hayali olanı gerçek olarak algılarız. Bu yüzden kültürel mirasın olumsuz etkilerinden söz etmek kolay değildir. “Halk bilimi” olumlu geçmişimizi aydınlatır; ve bütün milli devletlerde, eksiklikleri sergileyen “halk bilimi” oksimorondur.
Aslında gerçek miras gibi hayali miras da pek sorgulanmaz. Bu mirasın farkında da olmayız. Bu mirası yaşarız, yaptıklarımızı normal ve aklı selim sayarak. Sorarlarsa eğer okulda öğrettiklerini tekrarlarız: güzel, yararlı, kıvanç kaynağı bir mirastan söz ederiz. Ve bu mirasın korunmasının gereğini de ekleriz; tabii bunu da öğretmişlerdi okulda! Bu arada gerçek miras günlük hayatımızda harıl harıl ve içten içe çalışmaktadır. Sabah merhaba deriz, kimileri günaydın veya selam aleykum dese de fark etmez, yapılan yüzyıllardan beri her sabah tekrarlanan bir dilektir; öğlen Çin veya Afrika yemeği değil “bizim” mutfaktan bir şeyler seçer, bu tercihimize göre bir şeyler yeriz, ellerimizi yıkarız önce, çünkü ailemizin içinde bunu gördük, kimimiz namaz kılar, ecdadı gibi, ve bize “saygısızlık” ederlerse de, olayı “bir pişkin batılı gibi” gülüp geçiştirmeyiz, çünkü yapılanı ailemize ve soyumuza karşı leke sayarız. Çünkü birey olarak değil, daha çok bir ailenin, bir soyun, bir cemaatin üyesi gibi tepki koyarız. Böyle bir şeydir gerçek kültürel miras: sezdirmeden yöneltir bizi.
Demokrasi ile ilgili olan, eskilerden günümüze miras olarak geldiğine inandığım ve beni epey rahatsız etmiş olan “saygı” uygulamasından söz etmek istiyorum. Saygısızlığı değil, saygıyı rahatsız edici olarak yaşadım. Aslında saygı demokrasinin temeli sayılmalı. Ama bu saygının eşit vatandaşlar arasında var olmalı. Oysa Türkiye’de çok yaygın olan “saygı” oldukça farklıdır ve demokrasinin özünün karşısında bir engel gibi belirir. Türkiye’de aile içinde, mahallede ve devlet katında yaşanan saygı, dayatılan bir hiyerarşidir. Eşitsizliği besler, meşru kılar, yeniden yaratır, bir üst/alt ilişkisinin bahanesi, mazereti, gerekçesi olur.
Saygı, her yurttaşın, ötekinin veya karşı tarafın hakkını kabul eden bir tutum olması gerekirken, tersine, “birilerinin” hakkını öne çıkarmakta. Aileden başlarsak, yaşlılara saygı şarttır! Aile içinde herkesin herkese saygılı olması gerektiği pek söylenmez, kimlere saygılı olunacağı söylenir: öncelikle büyüklere, yani güçlü olanlara. Aile “reisine” örneğin. “Küçüklerden” laf dinlemeleri beklenir, onlara bu öğretilir. Ama daha önemlisi, saygı arzulanan ve beklenen bir davranıştan çok, talep edilen, mecburiyete dönüşen bir davranıştır. Aslında istenen, hiyerarşinin tanınmasıdır: “Sen bana karşı saygılı olacaksın” mesajı aile içinde yaygınca yaşanır. Herkesin “yeri” bu gösterilen saygıdan belli olur: ve bu “yerin” eşitlikle bir ilgisi yoktur.
Mahallede ve köyde “saygın” kimselere özellikle “saygı” gösterilir. Bunlar kimlerdir? Hiyerarşiyi sağlayanlardır: hoca, hacı, ağa, muhtar, öğretmen, jandarma örneğin, yani sözünü geçirebilenlerdir, gerektiğinde saygıyı dayatabilen ve sağlayandır. Böyle bir ortamda, “eşitlikçi” davranan bir kimse saygısız biri olarak görünecektir. Çünkü saygın kimsenin karşısında el pençe divan durmayan, ceketini iliklemeden, hele ayak ayaküstüne atarak konuşan, suskun dinlemesi beklenirken soru soran, hele hele zor soru soran, kesin “terbiyesiz” sayılacaktır. Ondan sonrasında işin “hakaret” safhası başlar. Hiyerarşiyi tanımamak bir meydan okuma ve tehdit olarak yaşanır. Bu yüzden “saygısız” kimselerin, yani eşitliği sergileyenlerin işi zordur. Hakaret suçlaması ile mahkemelerde sürünebilir: kişiye, devlete, “üst mercilere”, dine hakaret…
Devlet katında saygı, herkesin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanır. Malum, hakaret davalarında Türkiye öncüdür ve yükseliştedir. Devlet başkanına hakaret kapsamında bilgileri internetten aktarıyorum: “2014 yılında TCK 299. maddesi kapsamında 682 kişi hakkında soruşturma yürütülmüş, bunlardan 110’u hakkında kamu davası açılmıştı. Ancak 2021 yılına gelindiğinde soruşturma sayısı 33.973’e, kamu davası sayısı ise 9.168’e yükseldi.” Ya Batı’da durum nasıldır?
“Avusturya’da devlet başkanına hakareti düzenleyen maddenin olduğu ancak 1975’ten bu yana kullanılmadığı görülüyor. Hollanda’da kral ve ailesine yönelik hakaret suçu var olmasına karşın 1960’lardan bu yana kullanılmıyor. Bu durum Belçika, Portekiz, Romanya ve İspanya için de geçerli. Fransa’da ise 2013 yılında alınan AİHM kararları sonrası devlet başkanına hakaret, ifade suçları kapsamından çıkarılmış. Almanya’da ise ceza kanunu, devlet başkanına hakareti suç saymasına rağmen Federal Anayasa Mahkemesi çok ağır bir eleştiri olsa dahi bunun bir suç sayılamayacağına karar vermiş. ABD’de ise başkana hakaret suçu yok ancak tehdit suçu düzenlenmiş.”[2]
Batı’da da saygısız kimseler tabii ki var. Bunlar mahkemelerde süründürmezler, toplumca ayıplanırlar. Saygısızlığa terbiyesizlik de deriz, aslında “derdik”. Ama yeni bir terim olan “saygısızlık” terbiyesizlikten öte bir anlam yakıştırıldı son yıllarda.
Batı’daki saygı farklıdır demek istiyorum. Saygılı olmak Doğu’da olduğu gibi Batı’da da adabı muaşeret olarak yaşanır. Yanı bu davranışlar ne kanunla belirlenir ne de yazılı davranış kuralları vardır. İnsanların “doğal” saydıkları bu davranışlar otomatik olarak uygulanır. Ve kaynak eskilere dayanan bir mirasla ilgilidir. Doğu’da yemek yiyene “afiyet olsun”, oradan geçene “buyurun” denir; Batı’da yiyene “bon appétit” denir ama “buyurun” denmez … herkes kendi yemeğini yer! Saygı, Doğu’da, katı bir hiyerarşinin varlığını gösterir ve bu düzeni sürdürecek biçimde yaşanır.
Dikkat edilmesi gereken, saygı ile ilgili yasalardır. Bunlar sorunun nedeni değil, bir anlayışın, hakaret algısının sonucudur. Yasalar değiştirilse ve insanlar mahkemelerde süründürülmese bile, insan ilişkilerinde egemen olacak davranış, toplumsal tepkiler ve beklentiler büyük oranda bu “saygı” mirasına göre yaşanacaktır. İşte eskilerden bize varan kültürel miras böyle bir gerçekliktir.
Bu örnekle göstermek istediğim, demokrasi denen sistemin, yalnız bir anayasa ve yasa meselesi olmadığıdır. İfade özgürlüğü, eleştiri hakkı, bunların biçimi ve sınırları toplumdan topluma değişir. Tabii hakaret algısı da. Eşitlikçi bir toplum daha demokratik olur. Bireyin temel sayıldığı ortamda eşitlik daha yaygındır; aile, soy, cemaatten oluşan toplumlarda eşitlik daha sınırlıdır. Türkiye’de kahve ocağını Ahmet efendi işletir, çırağı Ahmet’tir, koridorun sonunda mühendis Ahmet Bey’in odası bulunur, üst katta patron Ahmet Beyefendi’nin yanında Paşam dediği bir misafiri var. Herkesin yeri bellidir. Varsın Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun (Kanun No: 2590), ile 26 Kasım 1934 tarihinde "ağa", "hacı", "hoca", "efendi", "bey", "paşa", "hanım", "hanımefendi" ve "hazret" gibi dini ve toplumsal lakap ve unvanların kullanımı yasaklanmış olsun. Amaç toplumsal eşitliği sağlamaktı; ama miras galip geldi. Bay ve Bayan lafta kaldı; oysa Fransa’da madam ve mösyö diyorlar. Yani kültürel miras bir kanunla aşılmıyor.
Türkiye’de demokrasi neden pek iyi not almıyor sorunun cevabı, aile içinde, köyde, mahalle kahvesinde ve büroda yaşanan hiyerarşik insan ilişkilerinde aranmalıdır. Kadının evin ve toplumun içindeki yerine, subay-er ilişkilerine, müdür hademe ilişkilerine, yaşlı başlı insanların gencecik bakanların elini alenen öptüklerine de bakmak gerek. Buralarda eşitsizlik ve kapalı toplumun tabuları yaşanıyorsa demokrasi ona göre sınırlı olacaktır. Yakından tanıdığım biri Amerikalı, biri İngiliz iki annenin on yaşlarındaki çocuklarının odalarına “giriniz” izni çıkamazsa girmediklerini yadırgadığımın bilincine varınca, benim de alt tarafı bir Balkanlı olduğumu kabul ettim!
Kültürel miras böyle bir şeydir. Ve toplumsal mirasın olumsuz yanlarını da – ki birilerine göre bunla olumlu yanlar sayılabilir! - anlaşılmazsa, yeni kanunlar yapıp kendimizi aldatmaya ve hayal kırıklıkları yaşamaya devam ederiz. Umarın birileri bu yazdıklarımı hakaret olarak algılamamıştır! Eleştirmek, kusuru hatırlatmak, eksiklikler göstermek, saygısızlık sayıldığında toplumsal hayat Batı’dakinden farklı olur. Batı’da kutsala hakaret yoktur, kutsala “hiciv” vardır. Doğu’da bu konuda hiciv ölüm fermanına neden olur. Saygı adına. Bu “saygıyı” dayatanlar aslında en saygısız kimselerdir. Doğu’da dergi, gazete, radyo ve televizyon yayınları sorun yaşarlar, saygı sınırları aşıldığı için. Batı’da bu sınırlar çok daha geniştir. Doğu’da sınırlar insanı sıkar, hele Batı’daki toplumları tanımış olan insanları. Bu alanda Doğu ile Batı tabii ki siyah-beyaz diye farklılaşamaz, ama Doğu daha karanlıktır.
Batı’da da saygısız kimseler tabii ki var. Bunlar mahkemelerde süründürmezler, toplumca ayıplanırlar. Saygısızlığa terbiyesizlik de deriz, aslında “derdik”. Ama yeni bir terim olan “saygısızlık” terbiyesizlikten öte bir anlam yakıştırıldı son yıllarda. İdeolojik ve siyasi bir anlam edindi. Suça dönüşmesi de böyle sağlandı. Bir söz önce terbiyesizlik sayıldı, sonra bu saygısızlık oldu, hakaret anlamında bir saygısızlık, bu ise suç sayıldı ve gocunan güçlüyse, laf edenin haddi bildirildi. Böylece çoğumuz “saygılı” ve suskun olduk. Bu tür “suçlar” Batı’da o denli yaygın değildir.
Eşitlik ve özgürlük kusurlu uygulanıyorsa demokrasi de kusurlu olacaktır. Zaten demokrasinin temelinde eşitlik ve özgürlük vardır. Magna Carta’da söz geçen ve 1215 yılında “üstte” olanın yetkilerini sınırlayan “özgürlük”, Batı Avrupa toplumlarının dışında pek konu edilmez. “Freedom”, Doğu’da, en azından saygı kadar revaçta değildir. Özellikle “güçlü” liderlere ayrıca saygı duyulur. Neme lazım, derler! Böyle bir lidere gereken “saygıyı” göstermeyenlere saygılı davranılmaz! Saygısızlığı nasıl özledim, bilemezsiniz!
[1] Bildiri: ‘The EU and the Historical Legacy in the Balkans’, University Centre St-Ignatius, Antwerp (UCSIA), 16-17 Kasım 2006 adlı konferanstaydı. Yayını: “Ethnic Identity and Nation Building, On Byzantine and Ottoman Historical Legacy” başlıklı yazı, Europe and the Historical Legacies in the Balkans, R. Detrez & B. Segaert (Edit.), Bruxelles: PIE Peter Lang, 2008 adlı yayında.

Yorum Yazın