Mesele, globalleşmeye toplumsal adalet ve özerklik meselesi olarak bakmak; bunu uluslararasılaştırmaktır. Aksi takdirde, “Globalizm”le beraber düşünüldüğünde, neticede vukû bulanın, insanlık birikimini nafile kılan mikro ve makro milliyetçiliklerin çatışması olmaya devam edeceğidir.
BugünTürkiye’nin en önemli siyasî meselesini (“Terörsüz Türkiye”) tartışırken; aşağıda açıklamaya çalıştığım globalleşme-ulus devlet-milliyetçilik boyutları arasındaki bağlantıları dikkate alarak ve bu bağlantılardan çıkarsamalar üzerinde fikir yürüterek; spekülatif değil, mantıksal-tarihsel bir çerçeve oluşturmak mümkün hâle gelebilir.
1990’larda ivme kazanan globalleşme sürecinin ortaya çıkardığı en önemli tartışma, ulus devletlerin işlevi etrafında olmuştur. Bu doğrultuda varılan sonuç (veya empoze edilen yaygın görüş), ulus devletin işlevinin artık bittiği, dolayısıyla o işlevin ayrılmaz sosyo-politik ögesi olan “millîlik” politikalarının ve söylemlerinin de sona erdiği şeklinde ifade bulmuştur.
Fakat, 11 Eylül terör eyleminden sonra vukû bulan gelişmeler, ABD başta olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde milliyetçi/millî (bunları birbiri yerine kullanıyorum) hareketlerin yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Belli bir (ekonomik, siyasî ve kültürel) hegemonyanın dayattığı homojenleşmeye yönelmiş bir dünya parçalanmakta mıdır? Millîlik/Milliyetçilik globalleşmenin adaletsizliklerine bilinçli bir başkaldırı mıdır?
Hemen söylemek gerekirse, millîliğin/milliyetçiliğin son tahlilde globalleşme sürecinin kendisine yönelik bilinçli bir tepki olmaktan çok; o sürece kendi ontolojik gerekleriyle bağlantı kurarak eklemlenme isteği olduğu fikri daha ağır basmaktadır. Neden böyle olduğunu göstermek için, bazı tarihsel hatırlatmalar ve kavramsal açıklamalar yapmak gerekir.
İlk hatırlanması gereken husus, milliyetçiliğin 18.-19. yüzyıllarda bir devlete sadâkat bağı ve hissiyatı olarak tezahür ettiğidir. Bu bağ ve hissiyat, insanların o zamana kadar ait olunan topluluktan kopmasıyla olmuştur. Artık insanlar kendilerini sosyolojik bağ ile bağlayan bir bütünün üyeleri olmak yerine, siyasî bağ ile sadâkatle bağlandıkları bir organizasyonun (devlet) üyeleri olarak tarih sahnesindeydiler. Tabiî ki devlet olgusu ortaya yeni çıkmamıştı. Vukû bulan, insanların kendi kimliklerini, kısmî (parçalı) olarak tanımlamalarının yerini, bütünsel olarak siyasî tanımlamanın almış olmasıydı. Bu çerçevede milliyetçilik, ilk olarak, esasen siyasî bir teşkilatın (body politic) müşahhas hâle gelmesi anlamında devletçilik (statism) olarak tanımlanmayı hak etmekteydi. İkincisi, milliyetçiliğin özündeki topluluğa bağlılık tamamen kaybolmadığı için; devlete atfedilen önem son tahlilde topluluk güdüsüyle yapıldığından , devletin ontolojik olarak bir “topluluk” (gemeinschaft) şeklinde algılanması kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla, globalleşmenin devleti “aşındıran” etkisi, neticede aidiyet duyulan siyasî topluluğun elden gitme endişesine muadil sayılmıştır. Milliyetçiliği uyaran ve onun yeniden “topluluklaşma”, “kabileleşme” şeklindeki tezahürleri olarak tanımlanan durum budur; ama bu durum madalyonun bir yüzüdür.
Madalyonun öbür yüzünü, “globalizm” diyebileceğimiz, esasında hegemonik bir kültürün bel kemiği olduğu ve güya topluluklar (uluslar) konfederasyonu olarak sunulan başka tür bir “milliyetçilik” teşkil etmektedir. Bu tür “milliyetçilik”, nihaî aşamada standardize edilmiş bir kültürü ve bu kültür temelinde inşâ edilmek istenen bir siyasî teşkilatı öngörür. Bunun bölgesel tezahürleri şimdilik farklıdır. Somut örnek Avrupa Birliği projesidir; ama nihaî aşama Amerikanlılaşmadır.
Globalleşme devleti dışlamaz; aksine sermaye birikiminin uluslararası ölçekte olması hâli, devletin işlevini değiştirir, ona ulusal sınırlar dışında yüklenebileceği rolleri empoze eder. Fakat, globalleşmenin doğasındaki devletsiz örgütlenme ağı ve faaliyeti, sanki devlet ortadan kalkıyormuş izlenimini verir. Oysa, gerçek olan, bazı durumlarda devletin by-passedildiğidir.
Söylenenleri bazı kavramsal ayırımlar yardımcılığıyla biraz daha aydınlatabiliriz. İlk yapmamız gereken ayırım (burada Takis Fotopoulos’tan ödünç aldığım bir ayırımla) “uluslararasılaşma”(internationalization) ile “globalleşme”(globalization) arasındadır. İkinci ayrım ise “kapitalizm” ile “pazarlaşma”(marketization) arasında olandır. “Uluslarasılaşma”, ulusal hükümetlerin ekonomik politikalarının sonucu olarak, pazarın, dolayısıyla malların, hizmetlerin ve sermayenin ulusal sınırların dışına taşmasını ve kurumlaşmasını ifade eder. “Globalleşme” ise devletlerden bağımsız (devletsiz) üretim birimlerinin ve üretimin uluslararası, sınır aşırı belirleyici konum kazanmasıdır. Fiyat mekanizmasıyla kendi kendini belirleyen pazar ekonomisi, sermaye birikiminin bir ürünü olan kapitalizmden farklıdır. Söz konusu farklılık, devleti kapitalizm için daha zorunlu kılar. Nitekim, başta Karl Polanyi olmak üzere birçok iktisat bilimcinin göstermiş olduğu gibi, kapitalizmin zuhur ettiği her ülkede sermaye birikimini devlet sağlamıştır.
Hâl böyle olunca, globalleşme (yukarıda tanımlanan anlamda) devleti dışlamaz; aksine sermaye birikiminin uluslararası ölçekte olması hâli, devletin işlevini değiştirir, ona ulusal sınırlar dışında yüklenebileceği rolleri empoze eder. Fakat, globalleşmenin doğasındaki devletsiz örgütlenme ağı ve faaliyeti, sanki devlet ortadan kalkıyormuş izlenimini verir. Oysa, gerçek olan, bazı durumlarda devletin by-pass edildiğidir. Öte yandan, globalleşmenin getirdiği kimlik patlamaları, ulusları çok fazla heterojen hâle getirici potansiyeli de içerdiğinden; bu heterojenliği nispî bir homojenlik düzeyinde tutabilecek güç, son tahlilde devlettir. Dolayısıyla, sorun ulus devletin ortadan kalkması değil, globalleşmenin uyardığı işlevlere uygun bir yapısal değişimin içinde bulunmasıdır.
Bu çözümleme doğruysa, tanımladığım mahiyette milliyetçiliğin globalleşmeye eklemlenme olduğu da söylenebilir. Bu globalleşmenin sorgulanmaz bir olgu olduğu anlamına gelmez. Ama, devlet formu içinde sorgulanır görünen, “yurtseverlik” (bazen “millî”) olarak tanımlayabileceğimiz bir hissiyatın söz konusu eklemlenmedeki hassasiyetlerin ifadesi olarak belirmesidir. Bu ise, globalleşmenin sahici karşıtlığına tekabül etmez. Globalleşmenin sahici karşıtlığı uluslararasılaşmış sosyal hareketlerdir. Çünkü, globalleşme karşıtlığı olarak milliyetçilik, devletsiz teşkilatlara karşı çıkmak olduğu ölçüde bir yeni “statism” hareketi ve globalleşmeye eklemlenme gayretidir. Milliyetçiliğin bazen yabancı düşmanlığı şeklinde dile getirilişi ise globalleşmenin yerinden ettiği toplulukların varlığı çerçevesinde o topluluk mensuplarının kendilerine yabancılaşmalarının yansımasıdır. Bu yurtseverlik ile el ele yürüyebilir; çünkü yabancılaşmadan kurtulmanın bir yolu kendini daha çok sevmektir. Oysa, ne yabancı düşmanlığı olarak ne de yurtseverlik olarak milliyetçilik; kültürel bir yeniden canlanış olduklarından, ekonomik ontolojiye sahip globalleşmenin mahiyetini değiştirebilecek etkiden yoksundurlar.
Bu anlamda mesele, globalleşmeye toplumsal adalet ve özerklik meselesi olarak bakmak; bunu uluslararasılaştırmaktır. Aksi takdirde, “Globalizm”le beraber düşünüldüğünde, neticede vukû bulanın, insanlık birikimini nafile kılan mikro ve makro milliyetçiliklerin çatışması olmaya devam edeceğidir.

Yorum Yazın