Size nasıl bir insan olduğunuzu sorsam muhtemelen ben iyi bir insanım dersiniz. Belki bazılarınız tam tersini de söyleyebilir. Peki bizi iyi ya da kötü yapan nedir? Günlük hayatta davranışları hoşumuza giden kişileri “iyi insan”, inciten, zarar veren kişileri ise “kötü insan” olarak etiketliyoruz. Peki bu fark gerçekten “kişinin özünden” mi geliyor, yoksa genetik faktörler, çocukluk, çevre ve yaşanılan durumların birleşiminden mi oluşuyor?
Önce temel bir ayrımı yapmak gerekiyor: Bilim insanları genellikle “iyi insan, kötü insan” diye ayırmıyor. Bunun yerine pro-sosyal davranış (yardım etme, paylaşma, empati) ve anti-sosyal davranış (yalan, zarar verme, kuralları hiçe sayma) gibi kavramlar kullanıyor. Yani kişi değil, davranış örüntüsü merkeze alınıyor.
Neden bazı insanlar ağırlıkla pro-sosyal, bazıları ise ağırlıkla anti-sosyal davranışlar gösteriyorlar? Cevap tek bir yerde değil aslında. Genetik yatkınlık, erken çocukluk deneyimleri, içinde yaşanan sosyal çevre, anlık durumlar ve bireysel seçimler iç içe geçmiş durumda.
Genler bu işin ne kadar içinde?
Davranış genetiği araştırmaları, insanın “tamamen boş bir sayfa” olmadığını; mizacımızın, duygusal tepkilerimizin ve sosyal eğilimlerimizin bir kısmının kalıtsal olduğunu gösteriyor.
İkizler üzerinde yapılan çalışmalarda, yardımseverlik, paylaşma, başkalarını düşünme gibi pro-sosyal davranışların yaklaşık %30–50’si genetik farklılıklarla açıklanabiliyor.
Benzer şekilde, anti-sosyal davranışlar (saldırganlık, kurallara kronik uymama, suça yönelim) üzerine yapılan araştırmalarda bu tür davranışlarda gözlenen farklılıkların yaklaşık %40’ının genetik, geri kalanın ise çevresel etkilerle ilişkili olduğu belirtiliyor.
Bu ne anlama geliyor?
- “İyi gen” veya “kötü gen” yok; ama empatiye yatkınlık, dürtü kontrolü, risk alma eğilimi gibi özellikleri etkileyen genetik varyasyonlar var.
- Genetik etki olasılık yaratıyor ama kader yazmıyor. Aynı genetik yatkınlık, destekleyici bir ortamda bambaşka, ihmal ve istismar ortamında bambaşka sonuçlar doğurabiliyor.
- Özellikle riskli genetik profil ve düşmanca/ihmal edici çevre bir araya geldiğinde anti-sosyal davranışların ortaya çıkma olasılığı artıyor.
Kısacası genetik, “başlangıç koşullarını belirleyen bir taslak” gibi çalışıyor.
Erken çocuklukta güven, bağlanma ve vicdanın temeli
Bir insanın başkalarına nasıl davrandığını anlamak için, çok erken yıllara bakmak gerekiyor. Araştırmalar, yaşamın ilk yıllarında; güvenli bağlanma (bakım verenin şefkatli ve duyarlı olması), bedensel ve duygusal ihtiyaçların zamanında karşılanması, şiddet yerine sınır koyan ama saygılı bir disiplin anlayışı ile büyüyen çocukların ileriki yaşlarda empati, suçluluk duyabilme, başkasının hakkını gözetme gibi özelliklere daha fazla sahip olduğunu gösteriyor.
Tersine; sürekli aşağılanan, fiziksel/duygusal istismara uğrayan, ihmal edilen ve kaotik aile yapısında büyüyen çocukların hem dünya ve insanlar hakkındaki temel inançları (kimseye güvenilmez, herkes bana karşı vb.) hem de duygu düzenleme becerilerini zedeleniyor. Bu durum, ilerleyen yıllarda öfke patlamaları, empati yoksunluğu veya saldırgan davranışlara zemin hazırlayabiliyor.
Aslında “kötü insan” dediğimiz birçok insanın öyküsünde, çoğu zaman “iyi yetişkinlerle hiç karşılaşmamış bir çocukluk” hikâyesi olduğunu görüyoruz.
Değerler, modeller ve kültür
Çocuğun doğru ve yanlış anlayışı, evde ve okulda gördüğü model davranışlarla, aile içi adalet duygusuyla, toplumun hangi davranışları ödüllendirip hangilerini görmezden geldiğiyle şekilleniyor.
Klasik ahlak gelişimi kuramları, çocukların önce “ceza almamak için doğru yapma” düzeyinde, sonra “onay almak için doğru yapma”, en sonunda da içselleştirilmiş ilkelere göre davranma aşamalarından geçtiğini söylüyor. Ancak güncel çalışmalar, ahlaki yargıların aynı zamanda sezgiler, grup kimliği, biz ve onlar ayrımları gibi süreçlerden de güçlü biçimde etkilendiğini gösteriyor.
Bu nedenle; bir toplumda yalan söylemek “akıllılık” olarak görülüyorsa, güçlü olanın zayıfa hükmetmesi normalleşmişse, başkalarının acısına duyarsızlık ödüllendiriliyorsa, aynı genetik ve benzer aile yapısına sahip kişiler bile, çok daha bencil ve sert davranış örüntüleri geliştirebiliyor.
Peki sıradan insan nasıl “kötü” oluyor?
Ünlü sosyal psikoloji deneyleri, “iyi sandığımız” pek çok kişinin bile uygun koşullar oluştuğunda başkalarına zarar verebildiğini gösteriyor. Milgram’ın itaat deneyinde, katılımcıların önemli bir bölümü, otorite figürünün talebiyle, başka bir kişiye ölümcül düzeyde olduğuna inandıkları elektrik şoklarını uyguladı. Stanford Hapishane Deneyi ise, çoğunluğu üniversite öğrencisi olan sağlıklı gönüllülerin “gardiyan” rolüne sokulduklarında kısa sürede baskıcı ve aşağılayıcı davranışlar sergileyebildiklerini ortaya koydu. Her ne kadar deney bugün ciddi etik sorunlar nedeniyle tartışmalı olsa da, gücün insan davranışı üzerindeki etkisini çarpıcı biçimde gösteren bir örnek olarak anılmaya devam ediyor.
Bu bulgular bize şunu gösteriyor; sadece “kötü insanlar” değil, kötü tasarlanmış sistemler ve kontrolsüz güç ilişkileri de kötülük üretebiliyor. Sorumluluğun dağıldığı, eleştirel seslerin susturulduğu, otoriteye kayıtsız şartsız itaatin beklendiği ortamlarda, “normal” insanların da çok problemli davranışlar sergileme olasılığı yükseliyor.
Kişilik özellikleri ve bilişsel süreçler
Aynı çevrede büyüyen kardeşlerin bile birbirinden ne kadar farklı olabildiğini biliyoruz. Bu noktada kişilik ve bilişsel stiller devreye giriyor. Araştırmalar, şu özelliklere sahip bireylerin daha sık pro-sosyal davrandığını gösteriyor:
- Empati: Başkalarının duygularını fark edebilme ve önemseyebilme.
- Vicdanlı olma: Başkasına zarar verdiğinde rahatsızlık duyma, haksızlığa karşı içsel bir huzursuzluk yaşama, kendi davranışını ahlaki açıdan sorgulayabilme.
- Sorumluluk ve özdenetim: Üstlendiği işleri ciddiye alma, kuralları ve sınırları gözetme, kısa vadeli haz yerine uzun vadeli sonuçları düşünebilme.
Tersine, dürtü kontrolü zayıf, heyecan arayışı yüksek ve başkalarının duygusuna duyarsız bireylerde, fırsat çıktığında zarar verici davranış olasılığı artabiliyor. Ayrıca kişinin dünyayı nasıl yorumladığı da kritik; “İnsanlar genelde iyi niyetlidir” diyen biriyle, “Herkes fırsat bulsa beni kullanır” diyen birinin aynı olay karşısında vereceği tepkiler farklı oluyor. Bilişsel çarpıtmalar, “hak edilmiş öfke”, “ben yapmazsam o yapar” düşünceleri, kötü davranışı içsel olarak meşrulaştıran mekanizmalar hâline gelebiliyor.
Kötülüğün psikolojisi
Kötü davranışları sürdüren örüntülere biraz daha yakından bakınca, üç süreç öne çıkıyor:
- İnsandışılaştırma: Kişi veya gruplar, “bizden değil”, “aşağı”, “tehlikeli tür” olarak konumlandırıldığında, onlara zarar vermek vicdanen daha kolay hâle geliyor.
- Biz–onlar ayrımları ve grup körlüğü: Grup aidiyeti, bir yandan dayanışma yaratırken, öte yandan “onlar”ın haklarını görmezden gelmeyi meşrulaştırabiliyor. Tarihteki birçok kitlesel şiddet örneği, bu mekanizmanın üzerinden işliyor.
- Uzun süreli travmalar ve öğrenilmiş saldırganlık: Çocuklukta ve ergenlikte yoğun şiddet yaşamış, aşağılanmış, sürekli tehdit altında kalmış bireyler; ileride, hem kendilerini korumak hem de güç kazanmak için saldırganlığı bir “araç” olarak kullanabiliyorlar.
Tüm bunların içinde bireysel seçim nerede duruyor?
Genetik, çocukluk, çevre, durumlar… Tüm bu süreçleri anlattıktan sonra şu soru haklı olarak ortaya çıkıyor: O zaman kişinin sorumluluğu nerede başlıyor? Hiçbir birey, içinde doğduğu koşulları ve ilk yıllarını seçmiyor. Bir noktadan sonra ise, insanın kendi davranışını gözlemleyip üzerine düşünme, yardım alma, alışkanlıklarını değiştirme kapasitesi devreye giriyor.
Elbette bu kapasite herkes için eşit değil; bazıları için travmalar, yoksulluk, eğitim eksikliği ve zihinsel zorluklar işi çok daha çetin hâle getiriyor. Yine de; kendi hatasını fark edip düzeltmeye çalışan, zarar verdiği kişiden özür dileyebilen bireylerde, zaman içinde davranış örüntüsünün değiştiğini görüyoruz.
Yani “iyi insan olmak”, büyük ölçüde, tekrarlanan küçük seçimlerin toplamı hâline geliyor. Araştırmalar, iyi koşullar ve destekleyici ilişkilerin, riskli genetik ve psikolojik zemine sahip bireyleri bile kısmen iyileştirebildiğini gösteriyor.
Bu durumda iyi insan olmanın, sihirli bir öz değil; öğrenilen ve pratik edilen bir yaşam biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Toplum olarak görevimiz, hem çocuklara hem de yetişkinlere “iyi olmayı” kolaylaştıran ortamlar ve hikâyeler sunmak olmalı. Yine de, tüm çabalarımıza rağmen karşımızdaki kişi sürekli olarak sınırlarımıza zarar veriyor, bizi değersizleştiriyor ve değişime yanaşmıyorsa, bazen vazgeçmeyi, uzaklaşmayı ve kendimizi korumayı da bilmek gerekiyor.



























Yorum Yazın