Fikret Mualla’nın fırçasıyla anlattığı yalnızlık ve başkaldırı, bir gazete küpüründe karikatürle devam ediyor. Aralarındaki on yıllar farketmez: Sanat da çizgi de hafızadır. Unutturulmak istenen her şeyi, bir müze duvarı ya da eski bir gazete sayfası hatırlatır.
Türk resim sanatının en özgün ve en çalkantılı figürlerinden biri olan Fikret Mualla, yalnızca fırçasıyla değil, yaşamıyla da sıra dışı bir sanatçıdır. Hayatının büyük bölümünü Paris’te geçiren, toplumun sınırlarının dışında bir yaşam sürerken, sanatıyla hem iç dünyasının karmaşasını hem de döneminin çalkantılarını tuvale aktaran bir isimdir. Hem kırılgan hem de asi bir ruha sahip olan Mualla’nın resimleri, bireysel yalnızlıkla toplumsal gerilimleri aynı çerçevede buluşturur. Onun eserlerine bakmak, bir dönemin ruhuna dokunmaktır.
Geçtiğimiz günlerde Ankara’daki Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nde açılan Fikret Mualla sergisini gezerken, bu dokunuşun başka bir yansımasına rastladım. Sergide yer alan, sanatçının dönemine dair gazete arşivlerinin sunulduğu bir bölümde, 1976 tarihli bir Cumhuriyet gazetesi kupürü dikkatimi çekti. Fikret Mualla’yla doğrudan bir ilgisi olmayan ama o dönemin siyasal ve toplumsal atmosferini çarpıcı biçimde yansıtan bu karikatür, adeta bugüne sesleniyordu.
Karikatür, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’i hedef alıyordu. “Kanunsuz Süleyman” başlığıyla sunulan çizimde Demirel, padişah kıyafetleri içinde bir tahtta otururken resmedilmişti. Ayaklarının dibinde çöpe atılmış “Danıştay kararı”, “Anayasa”, “Yüksek Mahkemeler” yazılı kâğıtlar yer alıyordu. Karikatür, hukuk devletinin çiğnendiğine dair açık ve sert bir eleştiriydi. Altında ise şu cümle dikkat çekiyordu:
“Danıştay kararlarını uygulamamak, anayasayı ihlâl suçudur.”
Beni etkileyen yalnızca karikatürün siyasi içeriği değil, bu kadar net ve doğrudan bir eleştirinin 1976 yılında, dönemin önde gelen gazetelerinden birinde yayımlanabilmiş olmasıydı. Bugün benzer bir eleştiri sosyal medyada dile getirilse, muhtemelen paylaşım hızla kaldırılır, hakkında dava açılır ya da “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla karşı karşıya kalınırdı.
Bu karikatür, otoriteye karşı bireyin sesi, toplumsal hafızayı diri tutma çabası ve mizahla gerçeği söyleme cesareti olarak öne çıkıyordu.
Bugün gelinen noktada ise, Danıştay kararlarının uygulanmadığı, Anayasa Mahkemesi kararlarının görmezden gelindiği, basının büyük ölçüde susturulduğu bir düzende yaşıyoruz. Hukukî kurumlar işlevsizleşiyor, ifade özgürlüğü ise sadece anayasal metinlerde kalan bir maddeye dönüşüyor.
Ama ne tuhaftır ki, yaklaşık 50 yıl önce, tüm siyasal baskılara rağmen, basın daha özgürmüş. Daha eleştirel, daha korkusuzmuş. Bugün hâlâ o karikatüre bakıp “Ne cesaret!” diyorsak, bu belki de basının ne kadar geriye gittiğinin en sessiz ama en çarpıcı kanıtıdır.
Eskiden her şey kolay değildi ama daha doğruydu.
Karikatürle de olsa gerçek söylenebiliyor, hukuk savunulabiliyor, iktidar eleştirilebiliyordu.
Bugünse hem sanat hem basın, susturulmak istenen birer hafıza taşıyıcısına dönüşmüş durumda.
Fikret Mualla’nın fırçasıyla anlattığı yalnızlık ve başkaldırı, bir gazete küpüründe karikatürle devam ediyor. Aralarındaki on yıllar farketmez: Sanat da çizgi de hafızadır. Unutturulmak istenen her şeyi, bir müze duvarı ya da eski bir gazete sayfası hatırlatır.
Belki de en çok bu yüzden, bugün hâlâ o küpürün karşısında durup susmak değil, hatırlamak gerekir.

Yorum Yazın