Son dönemlerde, demokrasi idealini benimsemiş bütün toplumlarda hukukçular ve siyaset bilimciler ırkçı, etnikçi ve dinci olmayan siyasetin yaygınlaşması, premodern dönemlerden arta kalan bu arkaik Dört D siyaset geleneğinin yeni nesil versiyonunun terk edilmesi ve dünyada barışın kurulabilmesi için evrensel insan hakları ilkelerinin, vatandaşlık bağına gerek duyulmadan, bütün insanlara nasıl uygulanabileceği üzerinde düşünmeye ve öneriler geliştirmeye devam etmektedir. Sonuç olarak, hem Türkiye’de hem de dünyada tüm yorgunluklara rağmen bir umut ışığı olduğunu düşünebiliriz.
Dost/Düşman siyaseti ve yer değiştiren kimlikler[1]
Türkiye’de yıllardır, söylem alanında, siyasal zaman zaman da ekonomik gerilimin odağında etnik kökenin ve dini inancın yaşanma biçimi üzerinden kimlik siyaseti yer alıyor. Kimlikler arasındaki gerilimler kah dış düşman kah iç düşman söylemiyle gündemi bulanıklaştırıp duruyor. Son dönemlerde dikkatimi çeken nokta hedef alınan kimliklerin artık daha hızlı yer değiştirmesi oldu. Siyasal söylem alanında durmak bilmeyen gerilimler artık toplumda siyasetle ilgilenmek istemeyen gündelik hayatlarında basit ve huzurlu bir yaşam sürmeyi tercih edenleri bile zorlamaya başladı. Siyasal alanda gücü olmayan sıradan insanlar bir yandan “güvenli alan”da kalma çabasıyla, kayırılan “güncel” grubun hangisi olduğunu, bir başka değişle hangi grubun dost kabul edildiğini anlamaya çalışıyor ve bir yandan bu dost/düşman hareketliliğinde kendi yerini bulmanın ya da bunun uzağında durmanın peşinde koşmaktan yorgun düşüyor. Bu çaba boşuna değil zira bu yer değiştirmelerin sıklaşması her kimlik grubu üyesi için kendisi ya da bir akrabası vesilesiyle ya kayırılmadan pay alma ya da pay almak bir yana cezalandırılma sonucunu doğuruyor. Ekonomik yaşamı da allak bullak etmiş olan bu geleneksel gerilim siyaseti, siyasal alanı da, toplumsal yaşamı da etkilemeye ve zorlamaya devam ediyor.
Genetik kod arkaik bir kalıntı gibi bütün toplumların hafızasında yaşayan bu çok eski gerilim ve kimlik üzerinden yönetme biçimi özellikle kriz dönemlerinde yöneticiler için hala cankurtaran simidi işlevi görüyor. Bu arada, son dönemlerde, küreselleşmenin de etkisiyle geleneksel dost/düşman siyasetine benzeyen gerilimlerin demokratik olduğu varsayılan ülkelerde bile ortaya çıkması şaşkınlık yaratıyor. Bir anlamda popülist siyasetin aracı haline dönüşen “toplumu germe yöntemi” neredeyse hemen her ülkede, farklı dozda da olsa, varlığını sürdürüyor. Bugünlerde göreli olarak demokratik ülkelerde sadece göçmenler değil, vatandaş olarak kabul edilenler arasında cinsel tercihi farklı olanlar gibi “aykırı” görülenler bile kolayca hedef gösterilebiliyor. Kendini Türk/İslam toplumu kabul eden Türkiye’de yaşayanlar, neyse ki, herhangi bir dış düşmanın daima fonda yer almasına ve her dönem farklı bir etnik ya da dinsel grubun hedef seçilmesine oldukça aşina.
Bugün yeniden düşündüğümde, Cumhuriyetin kurucularının yaşanan savaşlar ve göçler sonrası kurulan yeni toplum üyelerinin inanç açısından homojen olduğunu varsayarak “laik bir Müslüman Türkiye” anlayışının bütünleştirici olabilecekleri tespitini yapıyorum. O dönemde, Osmanlı’dan intikal eden cemaatçi otoriter yönetim geleneği, savaş sonrasında toplumu korkutacak ve dayanışmayı sağlayacak dış düşman bulma açısından hiç sıkıntı çekmiyordu. “Gavur” korkusu, kimi zaman Yunan, kimi zaman Rus, kimi zaman Bulgar, bir süre sonra kimi zaman Rum, kimi zaman Ermeni olarak canlandırılabiliyor ve böylece çok milletli devletin yerine geçen tek milletli devletin yönetilmesi kolaylaşıyordu. Yahudiler, hem Hristiyan olmadıkları hem de yönetimle uzlaşma halinde olduklarından, yakın zamanlara kadar “dost” kabul edilen inanç grubu olarak kabul gördüler ve gerilimin dışında tutuldular.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde “Türklük” resmi tarih yazımı ve İstanbul Türkçesinin yeni eğitim kurumları aracılığıyla öğretilmesi yoluyla, Müslümanlığın “laik” yorumu ise Diyanet kurumunun hutbeleri aracılığıyla benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu proje Osmanlı’dan intikal eden iskan kurumu sayesinde savaş sonrasında Balkanlardan gelen Müslüman muhacir ve mübadillerin yerleşmesiyle de desteklendi. Balkanlardan gelenlerin “dış düşman”dan kaçmış olmaları, kendi yerlerini terk etmek zorunda kalmış olmaları ve nihayet onların Rumlardan boşalan yerlere yerleştirilmeleri nedeniyle, zaten savaş yorgunu olan toplumda tepki görmedi. Osmanlı’dan intikal eden iskan kurumunun geleneksel cemaatçi anlayışla gelenleri statülerine göre yerleştirmesi de törelere uygun olduğundan yadırganmadı. O dönemde, iskan kurumu “evli evine köylü köyüne” deyiminde olduğu gibi ayrıcalıklı konumdaki göçmen kentlileri kentlere, göçmen köylüleri ise köylere yerleştirerek düzeni sağlamaya çalıştı. Anadolu’nun her yerinde özellikle nüfusun çoğunluğunun yaşadığı köylerde Çerkesçe, Kürtçe, Arapça gibi farklı diller ve lehçeler yaygın olduğundan, gelenlerin Grekçe, Boşnakça, Pomakça, Arnavutça gibi dilleri konuşmaları pek garipsenmedi. Bir bakıma o günün dostları her meşrepten Müslümanlar, düşmanları ise “gavur” diye yaftalanan her meşrepten Hristiyanlardı. Cumhuriyetin Diyanet aracılığıyla benimsetmek istediği laik Müslümanlık ile eğitim aracılığıyla öğretmek istediği ortak tarih anlayışı ve İstanbul Türkçesi ise esas olarak kentlerde yaşayanları etkiledi ve bir süre sonra onlar tarafından benimsendi.
1960’lardan sonra hızlanan köy-kent göçü ise köylerdeki, etnik köken çeşitliliğini ve Müslümanlığın gündelik pratiklerindeki farklılıkları kentlere taşıdı. Yöneticiler ve siyasetçiler kentlerde göreli olarak kabul gören “Türkiyeli laik Müslüman” yaşam biçimi anlayışının köyde yaşayanların hepsine ulaşmadığını, ancak bu dönemden sonra, çok açık bir şekilde algılamaya başladılar ve siyaset yapma biçimini de buna göre değiştirdiler.
Sonuçta, çok partili ama popülist-otoriter siyaset, kentlere yeni gelenlerin konut ve iş gibi acil ihtiyaçlarının karşılanmasında, hemşerilik ilişkileri, dayanışma ilişkileri gibi etnik/dinsel ağları kullanmaya başladı. Bu dönemle ilgili gecekondu araştırmaları, kayırmacı, popülist-otoriter siyasetin oy devşirmede bu farklı ağları büyük ölçüde kullandığını gösteriyor. Çok partili siyaset köylerde etnik kimliğin ve dinsel inancın pratik edilmesindeki çeşitliliği başka bir deyişle kültürel çeşitliliği pragmatik olarak kullandı. Yeni kentli “cemaat” üyeleri, ideolojik yakınlıktan çok, kendilerine avantaj sağlayacak hemşerilerinin ya da cemaat liderlerinin kurduğu irili ufaklı partileri fark ederek onlara oy vermeye başladılar.
Cumhuriyet’in ilanından bu yana yüz yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın devlet/toplum ilişkilerinde yumuşatılmış da olsa gerilim siyaseti anlayışının devam ettiğini ve hatta güçlendiğini açıkça gözlemliyoruz. O kadar ki mevcut yönetim Cumhuriyet’in kurgulamak istediği tek hukuka dayalı ve bireyi yasalar önünde eşit gören vatandaşlık hukukuyla iyi kötü uzlaşmış olan kitleleri bile “laikçi” diye yaftalayarak onları yeni hedef haline getirebilmiştir.
100 YILLIK KİMLİK SERANCAMI
Dini inanç açısından kendilerini Hanefi, Alevi, Yezidi, Nusayri ya da laik Müslüman olarak tanımlayanlar; anadil olarak Türkçe, Kürtçe, Boşnakça, Zazaca, Arapça ya da Çerkesce gibi dilleri konuşanlar; konuştukları dil Türkçe olsa bile kendilerini Azeri, Türkmen, Yörük, Laz gibi farklı etnik kimlikle tanımlayanlar büyük şehirlere geldiklerinde kendilerini himaye edecek hemşeri gruplarının liderlerini ve onların işaret ettiği siyasal partileri buldular. Din ya da Dil bakımdan karışık bileşimlerin oluşabildiği karma kimlikler ve geleneksel dost/düşman siyaset anlayışının yeni versiyonu olan kayırmacılık seçmenlere yeni yaşam stratejileri kurma olanağı sağladı. Bu durum bir anlamda geleneksel “düşman” hukuku anlayışını yumuşatarak uygulandığı alanı daralttı ve şiddetini azalttı. Diğer taraftan, liyakat ya da taleplerin karşılanmasında eşitliğin yerine kayırmacı akrabamsı ilişkilerin öne çıkması, kayırmacılığın kurumsallaşmasına ve siyasal partilerin ideolojik olmaktan çok kayırmacı örgütler haline dönüşmesine neden olmuştur. Bu durum aynı zamanda, bireyi muhatap alması gereken modern hukuk anlayışının kabulünün ve dolayısıyla demokratik yönetimin olmazsa olmazı olan bireyin oluşmasının gecikmesine neden oldu. 1990’lı yıllara kadar geçen dönemde yöneticilerin ve siyasetçilerin hedefe koydukları arasında sendikalaşmak ya da parti kurmak isteyen sendikacıların, solcuların, kısaca sınıf hareketlerini destekleyen aydınların olması da tesadüf değil.
Etnik kimlik kavramının çok esnek ve değişken olduğunu özellikle kültürel antropologların yaptığı çalışmalardan biliyoruz. Bu bağlamda, Cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık kırk yıl sonra, göçün hızlanmaya başladığı dönemde Türkiye’de mevcut etnik çeşitliliği gösteren Andrews’in çalışmasını önemli buluyorum. Andrews, 1965 genel nüfus sayımı verilerine dayanarak toplumda yaşayanların kendilerini hangi etnik/dinsel gruba mensup olarak gördüklerini sınıflandırarak aktarmaktadır.[2] Kişisel olarak o dönemlerde çok yararlandığım bu araştırma, o tarihte hala canlılığını koruyan, dil ve inanç bakımından farklı kültür gruplarının çeşitliliğini göstermesi açısından bana yol gösterici olmuştu. Her ne kadar bu çalışma her kültürel grubun farklı hafızası, yeme-içme geleneği, şarkıları, dansları, törenleri, giysileri olduğunu anlatmasa da, yüzde doksanı Müslüman olarak kabul edilen toplumdaki kültürel çeşitliliği göstermiştir. Bu çeşitlilik, çok partili siyasetin ürettiği “hemşericilik” politikası sayesinde geleneksel hukuktan tevarüs eden “dost/düşman” siyasetini yumuşatmıştır. Kentlerde sulandırılan akrabamsı cemaatçi ilişkiler sayesinde farklı kültür grupları popülist gerilim siyasetinin at oynattığı alanın müşterileri ya da seçmenleri oldular. Alternatif çeşitliliğinin avantajlarından yararlanabilen ya da kayırılan seçmen gruplarının ekonomik kazanımları ise kentleşmenin yarattığı inşaat/istihraç ekonomisinden pay almak olmuştur.
Son yapılan araştırmalardan ve uygulamalardan Cumhuriyet’in ilanından bu yana yüz yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın devlet/toplum ilişkilerinde yumuşatılmış da olsa gerilim siyaseti anlayışının devam ettiğini ve hatta güçlendiğini açıkça gözlemliyoruz. O kadar ki mevcut yönetim Cumhuriyet’in kurgulamak istediği tek hukuka dayalı ve bireyi yasalar önünde eşit gören vatandaşlık hukukuyla iyi kötü uzlaşmış olan kitleleri bile “laikçi” diye yaftalayarak onları yeni hedef haline getirebilmiştir. Bugünlerde sıkça kullanılan “düşman hukuku” kavramı da, Cumhuriyet’in tek hukuklu sisteme geçme hedefinin benimsenmiş görünmesine rağmen uygulamada çoklu hukuktan kalan geleneksel “dost/düşman” siyasetinin kurumsallaştırılma çabasını ifade etmektedir.
Gerek iç göç, gerekse dış göçle gelen göçmenlerle ilgili yapılan araştırmalar dışlanma ve önyargıların ve özellikle zorla emilme ya da benzeştirme politikalarının gerilime neden olduğunu ve dışlanmaya konu olan kimliğe daha fazla bağlanmayla sonuçlandığını göstermektedir. Aynı araştırmalar dost kabul edilmenin ise “gönüllü” rıza ürettiğini bulgulamıştır. Bugüne baktığımızda hangi etnik grubun zorla emilmeyi reddettiğini ve kimlikçi politikaları sürdürdüğünü, hangi etnik grubun ise “gönüllü olarak” rıza gösterdiğini izleyebiliyoruz. Sonuçta, ortak kamusal düzenin yaşam kurallarında uzlaşmış olan bazı kültür grupları kimliklerini, anılarını ve kültürel farklılıklarını özel alanlarına çektiler; bazıları ise evlerindeki sandıklara kapattılar. Bugünlerde Halk TV’de Serhan Asker’in Görkemli Hatıralar programında gönüllü olarak ortak yaşamla ilgili kuralları benimsemiş kültür gruplarının sandıklarında ya da hafızalarında kalan, kamuya teşhir edilebilecek, yani yasaklı ya da tabu olmayan bazı niteliklerini, özellikle şarkılarını, folklorik danslarını ve yemeklerini övünerek kamuoyuna sunduklarını izliyoruz.
1990’ların sonunda yaptığım ve 2020’de tekrarladığım araştırmalarda yeni nesil “cemaatleri” belirleyen temel kültürel kimlik özelliklerini Dil ve Din ile sınırlamış ve araştırma yaptığım ilçede devletin hangi grubu Dost, hangi grubu yumuşatılmış nitelikte de olsa Düşman olarak kabul ettiğini anlamaya çalışmıştım.
DÖRT D KURAMI
Devlet/toplum ilişkilerinde, günümüzde hala yaşamaya çalışan yumuşatılmış ve kayırmacılığa dönüşmüş popülist otoriter gerilim siyasetini anlamak için alan araştırmaları yapmıştım. Pendik’te yürüttüğüm araştırmada kültürel kimliğin devlet ilişkilerindeki konumunu anlamak için sonradan “Dört D Kuramı” diye adlandırdığım bir zihinsel egzersiz yapmıştım.[3] 1990’ların sonunda yaptığım ve 2020’de tekrarladığım araştırmalarda yeni nesil “cemaatleri” belirleyen temel kültürel kimlik özelliklerini Dil ve Din ile sınırlamış ve araştırma yaptığım ilçede devletin hangi grubu Dost, hangi grubu yumuşatılmış nitelikte de olsa Düşman olarak kabul ettiğini anlamaya çalışmıştım. Aynı şekilde, devletle ilişkilerde hangi kültür grubunun hangi konuda hangi kimliğini öne çıkardığını gözlemlemeye çalışmıştım.
Bu ilçeye 1990’larda Bosna Savaşından kaçarak gelen, vatandaşlığa alınmayan, Türkçe konuşamayan Boşnaklar göç etmişti. Aynı dönemde aynı ilçeye köy boşaltma sonrası zorunlu göçle gelen, vatandaş olarak kabul edilen, Türkçe konuşamayan Kürtler de gelmişti. Boşnaklar ve Alevi olmayan Kürtler Türkçe konuşmasalar bile Müslüman kimlikleriyle kamu kurumları nezdinde “dost” kabul ediliyorlardı. Aleviler ise eğer Türk Alevi iseler Türklüklerini, eğer Kürt Alevi iseler devlet nezdinde göreli de olsa daha muteber olan Alevi kimliklerini öne çıkararak burada yaşamaya çalışıyorlardı. Siyasal alandaki aktörler ise hangi kimlik üzerinden, hangi hemşeri grubuna ulaşabilirlerse o kimliği öne çıkarıp oy devşirmenin yolunu arıyorlardı.
Dört D modelinin “yerli ve milli versiyonu” olan İslamcılık ve Türkçülük siyasetinin sayısız bileşimini tecrübe ederek birlikte yaşadığımız bunca yılın sonunda toplumun büyük bir kısmı okur-yazar oldu, İstanbul Türkçesini öğrendi; ancak hala ortak kültürel kimliklere saygı gösterilerek nasıl yaşanabileceği üzerinde bir toplumsal uzlaşmanın sağlanamaması çok üzücü. İktidardaki İslamcı siyasetin son yirmi yıldır Müslümanlığı tek tipleştirmeye çalışsa da, Neo-Osmanlıcılık yaparak çoğulculuğu sağlayacağını zannetse de bunu beceremediğini gözlemliyoruz. Diğer taraftan, toplumda sürekli hedef değiştiren kimlikçi gerilim siyasetinin ürettiği hukuksuzluğa gösterilen tepkilerin büyümesinden, toplumun hatta siyasal partilerin bile artık yorgun düştüğünü açıkça gözlemliyoruz.
Bana öyle geliyor ki, geniş kitleler nihayet bireysel hakların ve tek hukukun önemini yaşayarak fark etmeye başladılar. Hatta önceleri ne anlama geldiğini bilmedikleri laiklik ve sekülerizmin Türkçesini üretemeseler de bunun önemini yaşayarak fark ediyorlar. Belki de yakın zamanlarda otoriter popülist Dört D siyasetinin yumuşamış versiyonunun uygulama alanı olan inşaat/istihraç ekonomisinin yarattığı yaygın tahribatla birlikte bu siyasetin hem eylem hem de söylem düzleminde sönmeye başladığını göreceğiz. Popülist yönetimin vatandaşlık hukukuna, işçi haklarına, kadın haklarına, çevre haklarına kısaca evrensel insan haklarına saygılı grupları bile hedefine almış olması hatta yasalarla oynayarak onlara yeni nesil düşman hukukunu uygulamaya kalkması da bu nedenle olabilir. Meşruiyet yaratmak için sürekli ittifak değiştiren ve sürekli gerginlik üreten bu ortamdan herkesin yorgun düştüğü, artık huzur ve adalet aradığı açık. Umarız, bu toplumda ürkerek yaşamaya alışmış bireyler de kayırmacılık aramaktan vazgeçer ve bu hakları gerçekleştirecek bir siyasetin üretilmesine yardımcı olur.
Son dönemlerde, demokrasi idealini benimsemiş bütün toplumlarda hukukçular ve siyaset bilimciler ırkçı, etnikçi ve dinci olmayan siyasetin yaygınlaşması, premodern dönemlerden arta kalan bu arkaik Dört D siyaset geleneğinin yeni nesil versiyonunun terk edilmesi ve dünyada barışın kurulabilmesi için evrensel insan hakları ilkelerinin, vatandaşlık bağına gerek duyulmadan, bütün insanlara nasıl uygulanabileceği üzerinde düşünmeye ve öneriler geliştirmeye devam etmektedir. Sonuç olarak, hem Türkiye’de hem de dünyada tüm yorgunluklara rağmen bir umut ışığı olduğunu düşünebiliriz.
---
[1] Bu yazının ilk halini okuyarak eleştiren dostlarım Nihal İncioğlu ve Selmin Kaşka’ya çok teşekkür ederim.
[2] Andrews, Peter Alford (1992): Türkiye’de Etnik Gruplar, Ant Yayınları.
[3] Erder, Sema (2024). “Zamanın Ruhu ve Balkan Göçü”, Türkiye’de Mübadiller ve Balkan Muhacirleri içinde, derleyenler: Şükrü Aslan; Elif Şakar, Mehmet Şahinler, Merve Şahin, Mehmet Akay, Ütopya Yayınları: s: 25-40.

Yorum Yazın