MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat

Dost/Düşman siyaseti ve yer değiştiren kimlikler

ANA SAYFASİYASETDost/Düşman siyaseti ve yer değiştiren kimlikler
Dost/Düşman siyaseti ve yer değiştiren kimlikler

Gerek iç göç, gerekse dış göçle gelen göçmenlerle ilgili yapılan araştırmalar dışlanma ve önyargıların ve özellikle zorla emilme ya da benzeştirme politikalarının gerilime neden olduğunu ve dışlanmaya konu olan kimliğe daha fazla bağlanmayla sonuçlandığını göstermektedir.

14 Ağustos, 2025, Perşembe 02:56
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
Sema Erder
Sema Erder

Son dönemlerde, demokrasi idealini benimsemiş bütün toplumlarda hukukçular ve siyaset bilimciler ırkçı, etnikçi ve dinci olmayan siyasetin yaygınlaşması, premodern dönemlerden arta  kalan bu arkaik Dört D siyaset geleneğinin yeni nesil versiyonunun  terk edilmesi ve dünyada barışın kurulabilmesi için evrensel insan hakları ilkelerinin, vatandaşlık bağına gerek duyulmadan, bütün insanlara nasıl uygulanabileceği üzerinde düşünmeye ve öneriler geliştirmeye devam etmektedir. Sonuç olarak, hem Türkiye’de hem de dünyada tüm yorgunluklara rağmen bir umut ışığı olduğunu düşünebiliriz.

Dost/Düşman siyaseti ve yer değiştiren kimlikler[1]

Türkiye’de yıllardır, söylem alanında,  siyasal zaman zaman da ekonomik gerilimin odağında etnik kökenin ve dini inancın yaşanma biçimi üzerinden kimlik siyaseti yer alıyor. Kimlikler arasındaki gerilimler kah dış düşman kah iç düşman söylemiyle gündemi bulanıklaştırıp duruyor. Son dönemlerde dikkatimi çeken nokta  hedef alınan  kimliklerin artık daha hızlı  yer değiştirmesi oldu. Siyasal söylem alanında  durmak bilmeyen gerilimler artık  toplumda siyasetle ilgilenmek istemeyen gündelik hayatlarında basit ve huzurlu bir yaşam  sürmeyi tercih edenleri bile zorlamaya başladı. Siyasal alanda gücü olmayan sıradan insanlar bir yandan “güvenli alan”da kalma çabasıyla, kayırılan “güncel” grubun hangisi  olduğunu, bir başka değişle hangi grubun dost kabul edildiğini  anlamaya çalışıyor ve bir yandan bu dost/düşman hareketliliğinde kendi yerini bulmanın ya da bunun  uzağında durmanın  peşinde koşmaktan yorgun düşüyor. Bu çaba boşuna değil zira bu yer değiştirmelerin sıklaşması  her kimlik grubu üyesi için kendisi ya da bir akrabası vesilesiyle  ya  kayırılmadan pay alma ya da  pay almak bir yana cezalandırılma sonucunu doğuruyor. Ekonomik yaşamı da allak bullak etmiş olan bu geleneksel gerilim siyaseti, siyasal alanı da, toplumsal yaşamı da etkilemeye ve zorlamaya devam ediyor.

Genetik kod arkaik bir kalıntı gibi bütün toplumların hafızasında yaşayan  bu çok eski gerilim ve kimlik üzerinden yönetme biçimi özellikle kriz dönemlerinde yöneticiler için hala cankurtaran simidi işlevi görüyor. Bu arada, son dönemlerde, küreselleşmenin de etkisiyle geleneksel dost/düşman siyasetine benzeyen gerilimlerin  demokratik olduğu varsayılan ülkelerde bile ortaya çıkması şaşkınlık yaratıyor. Bir anlamda popülist siyasetin aracı haline  dönüşen  “toplumu germe yöntemi” neredeyse hemen her ülkede, farklı dozda da olsa, varlığını sürdürüyor. Bugünlerde göreli olarak demokratik ülkelerde sadece göçmenler değil, vatandaş olarak kabul edilenler arasında   cinsel tercihi farklı olanlar gibi “aykırı” görülenler  bile  kolayca hedef gösterilebiliyor. Kendini Türk/İslam toplumu kabul eden Türkiye’de yaşayanlar, neyse ki, herhangi bir dış düşmanın  daima fonda yer almasına ve her dönem farklı bir etnik ya da dinsel grubun hedef seçilmesine oldukça aşina.

Bugün yeniden düşündüğümde, Cumhuriyetin kurucularının yaşanan savaşlar ve göçler sonrası kurulan yeni toplum üyelerinin inanç açısından homojen olduğunu varsayarak “laik bir Müslüman Türkiye” anlayışının  bütünleştirici olabilecekleri tespitini yapıyorum. O dönemde, Osmanlı’dan intikal eden cemaatçi otoriter yönetim geleneği, savaş sonrasında toplumu korkutacak  ve  dayanışmayı sağlayacak dış düşman bulma açısından hiç  sıkıntı çekmiyordu. “Gavur” korkusu, kimi zaman Yunan, kimi zaman Rus, kimi zaman Bulgar, bir süre sonra  kimi zaman Rum, kimi zaman Ermeni olarak canlandırılabiliyor ve böylece çok milletli devletin yerine geçen tek milletli devletin yönetilmesi  kolaylaşıyordu. Yahudiler, hem Hristiyan olmadıkları hem de yönetimle uzlaşma halinde olduklarından, yakın zamanlara kadar “dost” kabul edilen inanç grubu olarak kabul gördüler ve gerilimin dışında tutuldular.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde “Türklük” resmi tarih yazımı ve İstanbul Türkçesinin yeni eğitim kurumları aracılığıyla  öğretilmesi yoluyla, Müslümanlığın “laik” yorumu ise Diyanet kurumunun hutbeleri  aracılığıyla benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu proje Osmanlı’dan intikal eden iskan kurumu sayesinde  savaş sonrasında  Balkanlardan gelen Müslüman muhacir ve mübadillerin yerleşmesiyle de desteklendi. Balkanlardan gelenlerin “dış düşman”dan kaçmış olmaları, kendi yerlerini terk etmek zorunda kalmış olmaları ve nihayet onların Rumlardan  boşalan yerlere yerleştirilmeleri nedeniyle, zaten savaş yorgunu olan toplumda tepki görmedi. Osmanlı’dan intikal eden iskan kurumunun geleneksel cemaatçi anlayışla gelenleri statülerine göre yerleştirmesi de törelere uygun olduğundan yadırganmadı. O dönemde, iskan kurumu “evli evine köylü köyüne” deyiminde olduğu gibi ayrıcalıklı konumdaki göçmen kentlileri kentlere, göçmen köylüleri ise köylere yerleştirerek düzeni sağlamaya çalıştı. Anadolu’nun her yerinde özellikle nüfusun çoğunluğunun yaşadığı köylerde Çerkesçe, Kürtçe, Arapça  gibi farklı diller ve lehçeler yaygın olduğundan, gelenlerin Grekçe,  Boşnakça, Pomakça, Arnavutça gibi dilleri konuşmaları pek garipsenmedi. Bir bakıma  o günün dostları her meşrepten Müslümanlar, düşmanları ise “gavur” diye yaftalanan her meşrepten Hristiyanlardı. Cumhuriyetin Diyanet aracılığıyla benimsetmek istediği laik Müslümanlık ile eğitim aracılığıyla öğretmek istediği ortak tarih anlayışı ve İstanbul Türkçesi ise esas olarak kentlerde yaşayanları etkiledi ve bir süre sonra onlar tarafından benimsendi.

1960’lardan sonra hızlanan köy-kent göçü ise  köylerdeki, etnik köken çeşitliliğini ve Müslümanlığın gündelik pratiklerindeki  farklılıkları kentlere taşıdı. Yöneticiler ve siyasetçiler kentlerde göreli olarak kabul gören “Türkiyeli laik Müslüman” yaşam biçimi anlayışının köyde yaşayanların hepsine  ulaşmadığını, ancak bu dönemden sonra, çok açık bir şekilde algılamaya başladılar ve siyaset yapma biçimini de buna göre değiştirdiler.

Sonuçta, çok partili ama popülist-otoriter siyaset, kentlere yeni gelenlerin konut ve iş gibi acil ihtiyaçlarının karşılanmasında, hemşerilik ilişkileri, dayanışma ilişkileri gibi    etnik/dinsel ağları kullanmaya başladı. Bu dönemle ilgili  gecekondu araştırmaları, kayırmacı, popülist-otoriter siyasetin oy devşirmede bu farklı ağları büyük ölçüde kullandığını gösteriyor. Çok partili siyaset köylerde etnik kimliğin ve dinsel inancın pratik edilmesindeki   çeşitliliği başka bir deyişle kültürel  çeşitliliği  pragmatik olarak kullandı.  Yeni  kentli “cemaat” üyeleri, ideolojik yakınlıktan çok, kendilerine avantaj sağlayacak hemşerilerinin ya da cemaat liderlerinin kurduğu  irili ufaklı partileri fark ederek  onlara  oy vermeye başladılar.

Cumhuriyet’in ilanından bu yana yüz yılı aşkın bir  süre geçmiş olmasına karşın devlet/toplum ilişkilerinde yumuşatılmış da olsa gerilim siyaseti anlayışının devam ettiğini ve hatta güçlendiğini açıkça gözlemliyoruz.  O kadar ki mevcut  yönetim Cumhuriyet’in kurgulamak istediği tek hukuka dayalı ve bireyi yasalar önünde eşit gören  vatandaşlık hukukuyla iyi kötü uzlaşmış olan kitleleri bile “laikçi” diye yaftalayarak onları yeni hedef  haline getirebilmiştir.

100 YILLIK KİMLİK SERANCAMI

Dini inanç açısından kendilerini  Hanefi, Alevi, Yezidi, Nusayri  ya da laik Müslüman olarak tanımlayanlar; anadil olarak Türkçe,  Kürtçe, Boşnakça, Zazaca, Arapça ya da Çerkesce gibi dilleri konuşanlar; konuştukları dil Türkçe olsa bile kendilerini Azeri, Türkmen, Yörük, Laz gibi farklı etnik kimlikle tanımlayanlar büyük şehirlere geldiklerinde kendilerini himaye edecek hemşeri gruplarının liderlerini ve onların işaret ettiği siyasal partileri  buldular. Din ya da Dil bakımdan karışık bileşimlerin oluşabildiği karma kimlikler ve geleneksel dost/düşman siyaset anlayışının yeni versiyonu olan kayırmacılık seçmenlere yeni yaşam stratejileri kurma olanağı sağladı. Bu durum bir anlamda geleneksel “düşman” hukuku anlayışını yumuşatarak uygulandığı alanı daralttı ve şiddetini azalttı. Diğer taraftan, liyakat ya da taleplerin karşılanmasında eşitliğin yerine kayırmacı  akrabamsı ilişkilerin öne çıkması,   kayırmacılığın kurumsallaşmasına ve siyasal partilerin ideolojik olmaktan çok kayırmacı örgütler haline dönüşmesine neden olmuştur. Bu durum aynı zamanda, bireyi muhatap alması gereken modern hukuk anlayışının kabulünün ve dolayısıyla demokratik yönetimin olmazsa olmazı olan bireyin oluşmasının gecikmesine neden oldu. 1990’lı yıllara kadar geçen dönemde yöneticilerin ve siyasetçilerin hedefe koydukları arasında sendikalaşmak ya da parti kurmak isteyen sendikacıların, solcuların, kısaca sınıf hareketlerini destekleyen aydınların olması da tesadüf değil.

Etnik kimlik kavramının çok esnek ve değişken olduğunu özellikle kültürel antropologların yaptığı çalışmalardan biliyoruz. Bu bağlamda, Cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık kırk yıl sonra, göçün hızlanmaya başladığı dönemde Türkiye’de mevcut   etnik çeşitliliği  gösteren Andrews’in çalışmasını önemli buluyorum. Andrews, 1965 genel  nüfus sayımı verilerine dayanarak toplumda yaşayanların  kendilerini hangi etnik/dinsel gruba mensup olarak gördüklerini sınıflandırarak aktarmaktadır.[2] Kişisel olarak o dönemlerde çok yararlandığım bu araştırma, o tarihte hala canlılığını koruyan, dil ve inanç bakımından farklı kültür gruplarının çeşitliliğini göstermesi açısından bana yol gösterici olmuştu. Her ne kadar bu çalışma her kültürel grubun farklı hafızası, yeme-içme geleneği, şarkıları, dansları, törenleri, giysileri olduğunu anlatmasa da, yüzde doksanı Müslüman olarak kabul edilen toplumdaki  kültürel çeşitliliği  göstermiştir. Bu çeşitlilik, çok partili siyasetin  ürettiği  “hemşericilik” politikası sayesinde geleneksel hukuktan tevarüs eden “dost/düşman” siyasetini yumuşatmıştır. Kentlerde sulandırılan  akrabamsı cemaatçi ilişkiler sayesinde farklı kültür grupları popülist gerilim siyasetinin at oynattığı alanın müşterileri ya da seçmenleri oldular. Alternatif çeşitliliğinin avantajlarından yararlanabilen ya da kayırılan  seçmen gruplarının ekonomik kazanımları ise  kentleşmenin yarattığı inşaat/istihraç ekonomisinden pay almak olmuştur.

Son yapılan araştırmalardan ve uygulamalardan Cumhuriyet’in ilanından bu yana yüz yılı aşkın bir  süre geçmiş olmasına karşın devlet/toplum ilişkilerinde yumuşatılmış da olsa gerilim siyaseti anlayışının devam ettiğini ve hatta güçlendiğini açıkça gözlemliyoruz.  O kadar ki mevcut  yönetim Cumhuriyet’in kurgulamak istediği tek hukuka dayalı ve bireyi yasalar önünde eşit gören  vatandaşlık hukukuyla iyi kötü uzlaşmış olan kitleleri bile “laikçi” diye yaftalayarak onları yeni hedef  haline getirebilmiştir. Bugünlerde sıkça kullanılan “düşman hukuku” kavramı da, Cumhuriyet’in tek hukuklu sisteme geçme hedefinin benimsenmiş görünmesine rağmen uygulamada çoklu hukuktan kalan geleneksel “dost/düşman” siyasetinin  kurumsallaştırılma çabasını ifade etmektedir.

Gerek iç göç, gerekse dış göçle gelen göçmenlerle ilgili yapılan araştırmalar dışlanma ve önyargıların ve özellikle zorla emilme ya da benzeştirme politikalarının gerilime neden olduğunu ve dışlanmaya konu olan kimliğe daha fazla bağlanmayla sonuçlandığını göstermektedir. Aynı araştırmalar dost kabul edilmenin ise “gönüllü” rıza ürettiğini bulgulamıştır. Bugüne baktığımızda hangi etnik grubun zorla emilmeyi reddettiğini ve  kimlikçi politikaları sürdürdüğünü, hangi etnik grubun ise “gönüllü olarak” rıza gösterdiğini  izleyebiliyoruz.  Sonuçta, ortak kamusal düzenin yaşam kurallarında uzlaşmış olan  bazı kültür grupları kimliklerini, anılarını ve kültürel farklılıklarını özel alanlarına çektiler; bazıları ise evlerindeki  sandıklara kapattılar. Bugünlerde Halk TV’de Serhan Asker’in Görkemli Hatıralar  programında gönüllü olarak ortak yaşamla ilgili kuralları benimsemiş kültür gruplarının sandıklarında ya da hafızalarında kalan, kamuya teşhir edilebilecek, yani yasaklı ya da tabu olmayan bazı niteliklerini, özellikle şarkılarını, folklorik danslarını ve yemeklerini övünerek kamuoyuna sunduklarını izliyoruz.

1990’ların sonunda yaptığım ve 2020’de tekrarladığım araştırmalarda yeni nesil “cemaatleri” belirleyen temel  kültürel kimlik özelliklerini Dil ve Din ile sınırlamış ve araştırma yaptığım ilçede devletin hangi grubu Dost, hangi grubu yumuşatılmış nitelikte de olsa Düşman olarak kabul ettiğini anlamaya çalışmıştım.

DÖRT D KURAMI

Devlet/toplum ilişkilerinde, günümüzde hala yaşamaya çalışan yumuşatılmış ve kayırmacılığa dönüşmüş popülist otoriter  gerilim  siyasetini anlamak için alan araştırmaları yapmıştım. Pendik’te yürüttüğüm  araştırmada kültürel  kimliğin  devlet ilişkilerindeki konumunu anlamak  için sonradan “Dört D Kuramı” diye adlandırdığım bir zihinsel egzersiz yapmıştım.[3] 1990’ların sonunda yaptığım ve 2020’de tekrarladığım araştırmalarda yeni nesil “cemaatleri” belirleyen temel  kültürel kimlik özelliklerini Dil ve Din ile sınırlamış ve araştırma yaptığım ilçede devletin hangi grubu Dost, hangi grubu yumuşatılmış nitelikte de olsa Düşman olarak kabul ettiğini anlamaya çalışmıştım. Aynı şekilde, devletle ilişkilerde  hangi kültür grubunun hangi konuda hangi kimliğini öne çıkardığını gözlemlemeye çalışmıştım.

Bu ilçeye 1990’larda Bosna Savaşından kaçarak gelen,  vatandaşlığa alınmayan, Türkçe konuşamayan  Boşnaklar göç etmişti. Aynı dönemde aynı ilçeye köy boşaltma sonrası zorunlu göçle gelen, vatandaş olarak kabul edilen, Türkçe konuşamayan  Kürtler de gelmişti. Boşnaklar ve Alevi olmayan Kürtler Türkçe konuşmasalar bile Müslüman kimlikleriyle kamu kurumları nezdinde “dost” kabul ediliyorlardı.  Aleviler ise eğer Türk Alevi iseler Türklüklerini, eğer Kürt Alevi iseler  devlet nezdinde göreli de olsa daha muteber olan Alevi kimliklerini öne çıkararak burada yaşamaya çalışıyorlardı. Siyasal alandaki aktörler ise hangi kimlik üzerinden, hangi  hemşeri grubuna ulaşabilirlerse o kimliği öne çıkarıp oy devşirmenin yolunu arıyorlardı.

Dört D modelinin  “yerli ve milli versiyonu” olan İslamcılık ve Türkçülük siyasetinin sayısız bileşimini tecrübe ederek  birlikte yaşadığımız bunca yılın sonunda toplumun büyük bir kısmı okur-yazar oldu, İstanbul Türkçesini öğrendi; ancak hala ortak kültürel kimliklere saygı gösterilerek nasıl yaşanabileceği üzerinde bir toplumsal uzlaşmanın sağlanamaması çok üzücü.  İktidardaki   İslamcı siyasetin son yirmi yıldır Müslümanlığı tek tipleştirmeye çalışsa da, Neo-Osmanlıcılık yaparak çoğulculuğu sağlayacağını zannetse de  bunu beceremediğini gözlemliyoruz.  Diğer taraftan, toplumda sürekli hedef değiştiren kimlikçi   gerilim siyasetinin ürettiği hukuksuzluğa gösterilen tepkilerin büyümesinden,  toplumun hatta siyasal partilerin bile artık yorgun düştüğünü açıkça gözlemliyoruz.

Bana öyle geliyor ki, geniş kitleler  nihayet bireysel hakların ve tek hukukun önemini yaşayarak fark etmeye başladılar. Hatta önceleri ne anlama geldiğini bilmedikleri laiklik ve sekülerizmin Türkçesini üretemeseler de bunun önemini yaşayarak fark ediyorlar. Belki de yakın zamanlarda otoriter popülist Dört D siyasetinin yumuşamış versiyonunun uygulama alanı olan inşaat/istihraç ekonomisinin yarattığı yaygın tahribatla birlikte bu siyasetin hem    eylem hem de söylem düzleminde sönmeye başladığını göreceğiz. Popülist yönetimin vatandaşlık hukukuna, işçi haklarına, kadın haklarına, çevre haklarına kısaca   evrensel insan  haklarına saygılı grupları bile hedefine almış olması hatta yasalarla oynayarak onlara yeni nesil düşman hukukunu uygulamaya kalkması da bu nedenle olabilir. Meşruiyet yaratmak için sürekli ittifak değiştiren ve sürekli gerginlik üreten bu ortamdan herkesin yorgun düştüğü,  artık huzur ve adalet aradığı açık. Umarız, bu toplumda ürkerek yaşamaya alışmış bireyler de kayırmacılık aramaktan vazgeçer ve bu hakları gerçekleştirecek bir siyasetin  üretilmesine yardımcı olur.

Son dönemlerde, demokrasi idealini benimsemiş bütün toplumlarda hukukçular ve siyaset bilimciler ırkçı, etnikçi ve dinci olmayan siyasetin yaygınlaşması, premodern dönemlerden arta  kalan bu arkaik Dört D siyaset geleneğinin yeni nesil versiyonunun  terk edilmesi ve dünyada barışın kurulabilmesi için evrensel insan hakları ilkelerinin, vatandaşlık bağına gerek duyulmadan, bütün insanlara nasıl uygulanabileceği üzerinde düşünmeye ve öneriler geliştirmeye devam etmektedir. Sonuç olarak, hem Türkiye’de hem de dünyada tüm yorgunluklara rağmen bir umut ışığı olduğunu düşünebiliriz.

---

[1] Bu yazının ilk halini okuyarak eleştiren dostlarım Nihal İncioğlu ve Selmin Kaşka’ya çok teşekkür ederim.

[2] Andrews, Peter Alford (1992): Türkiye’de Etnik Gruplar, Ant Yayınları. 

[3] Erder, Sema (2024). “Zamanın Ruhu ve Balkan Göçü”, Türkiye’de Mübadiller ve Balkan Muhacirleri içinde, derleyenler: Şükrü Aslan; Elif Şakar, Mehmet Şahinler, Merve Şahin, Mehmet Akay, Ütopya Yayınları: s: 25-40. 
 

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?

Yorum Yazın

Sema Erder
    Sema Erder

    Bizi Takip Edin
    Facebook
    X (Twitter)
    Instagram
    Linkedin
    Mastodon
    Bluesky
    Köşe Yazarları
    Sema Erder
    Sema Erder Dost/Düşman siyaseti ve yer değiştiren kimlikler
    Murat Aksoy
    Murat Aksoy Siyasetin 'sıfır'lanması
    Erdem Bağcı
    Erdem Bağcı Türkiye'nin makroekonomik görünümü
    Ali Kılıç
    Ali Kılıç Zengezur kavşağı: İki lider, tek kader
    Burcu Ağca Karakaya
    Burcu Ağca Karakaya Teknoloji, pedagoji ve içeriğin kesişiminde ‘etkili öğretim’
    Ece Uğuz
    Ece Uğuz CHP ne yapıyor, ne yapmalı?
    Ali Arslan
    Ali Arslan Araştırma Üniversitesi yerine araştırma yapan akademisyen destek programına geçilmelidir
    Kübra Evliyaoğlu
    Kübra Evliyaoğlu Müzayede
    Armağan Öztürk
    Armağan Öztürk Yapay zeka, robotlar ve insanlık
    Hakan Tahmaz
    Hakan Tahmaz Yeni çözüm süreci komisyonuna dair
    Erol Katırcıoğlu
    Erol Katırcıoğlu Şakülünden çıkmış bir ülke: Türkiye
    Seda Aktaş
    Seda Aktaş Kapitalizmin “Gaslighting” Stratejisi: Yapısal eşitsizliklerin görünmez kılınması
    Zeynep Gizem Özpınar
    Zeynep Gizem Özpınar Batı Trakya Türk Azınlık Okulları neden kapatılıyor?
    instagram gel gel
    Yeni Arayış
    KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
    SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
    FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

    Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı