Bir yeri sevmek, sadece ona gitmek değildir. Hatta belki gitmemektir bazen. Gittiğinizde ona zarar vermemektir. Herkesin sosyal medyaya koyduğu gün batımı fotoğraflarının ardında, çöpünü toplamak zorunda kalan bir belediye işçisi, balkona çıkmaya çekinen bir yaşlı kadın olabilir.
Bazen İstanbul’dan kaçmak istersiniz ama çok uzağa gitmeden, bir vapur mesafesinde başka bir dünya olsun istersiniz, işte tam bu ihtiyaçtan doğan bir hayal gibi uzanır Marmara’nın ortasında: Büyükada.
O vapura her binişimde, denizin üzerindeki o yavaş salınımın içinde içim de yavaşlar. Şehrin uğultusu geride kalır, onun yerini martı sesleri ve tuzlu rüzgâr alır. İskeleye yanaşırken gözünüze ilk çarpan şey rengârenk begonvillerin sardığı köşklerdir. Motor sesi yerine bisiklet zilleri çalar, köşe başında bir limonata tezgâhı, arka sokakta çocukların gülüşü… Burası gerçekten başka bir yer midir, yoksa İstanbul’un hâlâ bozulmamış bir hayali mi?
Büyükada’nın gerçek büyüsü, sabahın erken saatlerinde, henüz kalabalık iskeleye ayak basmadan yaşanır. O saatlerde adanın ruhu hâlâ yerindedir. Sokaklar sessiz, ağaçlar dingin, evlerin perdeleri aralıktır.
Bu saatlerde Ada, bir kartpostal gibi görünüyor olabilir ama içine girince başka gerçeklerle karşılaşırsınız. Özellikle yaz aylarında...
O kartpostaldaki huzurlu görüntünün üzerine, birdenbire koca bir kalabalık biner. Sabahın ilk vapurundan akın akın gelen günübirlikçilerin ayak sesleri, ada sokaklarının tüm ritmini değiştirir ve saat 11’i geçti mi, o büyü bozulur.
Yollar bisiklet yarış pistine döner, sokaklar plastik atıklarla dolar, sahilde müzikler birbirine karışır. Piknikçiler geldikleri gibi değil, fazlasıyla iz bırakarak gider. Kimse dönüp ardına bakmaz. Çünkü burası onların değil, sadece bir günlüğüne kullandıkları bir “etkinlik alanı” gibidir artık.
Ve sonra…
Ada sakinlerinin yıllardır biriktirdiği komşuluk ilişkileri, eski bakkallar, sabah gazetesini alan yaşlılar… Şimdi onlar yerini her yaz artan kira fiyatlarına, sezonluk gelen kiracılara ve her gelenin “Ben burada yaşasam…” diye başlayan romantik cümlelerine bırakıyor.
Bir zamanlar yazlık olarak kullanılan eski evler, şimdi sezonluk kiraya verilen “konaklama yatırımlarına” dönüşüyor. Komşuluk ilişkileri zayıflıyor, esnaf eski müşterilerini değil, kısa süreli kalabalığı hedef alıyor. Mahalle kültürü yerini geçici kalabalığın tüketim alışkanlıklarına bırakıyor.
O çok sevilen sessizlik, gün ortasında yerini kalabalığın uğultusuna bırakıyor. Kalabalıkla birlikte gelen değişim, yalnızca birkaç saatlik gürültüyle sınırlı kalmıyor. Her gelen, adaya bir şeyler getiriyor ama çok daha fazlasını geride bırakıyor; pet şişeler, tek kullanımlık tabaklar, izmaritler, doğaya bırakılmış poşetler...
Tüm bunlar, adanın dokusunu her yaz biraz daha aşındırıyor. Doğal yaşam alanları tahrip ediliyor, sokak hayvanları kalabalıktan kaçıyor. Günübirlik ziyaretçilerin hızla tüketip terk ettiği bu huzur adası, artık kendini savunamaz hale geliyor.
Gelen gidiyor, ama izleri kalıyor. Ve Büyükada, her yazın sonunda biraz daha yorgun, biraz daha yalnız kalıyor.
Bu yorgunlukta yalnızca ziyaretçilerin değil, denetimsizliğin de payı büyük. Özellikle yerel yönetimin, yani belediyenin bu yoğunluğa karşı yeterli ve sürdürülebilir bir düzenleme ve denetim mekanizması kuramaması, sorunun giderek derinleşmesine neden oluyor.
Kuralsızlığın olduğu yerde, doğal olarak duyarlılık da giderek azalıyor. Oysa geçici olmak, sorumsuz olmak anlamına gelmemeli. Adaya ayak basan herkes, bir misafir gibi değil; bir ev sahibine saygı duyar gibi davranmalı. Ama bu bilinci oluşturmak da yine kamunun görevi. Ve bu görev, özellikle yaz aylarında Büyükada sokaklarında pek görünmüyor.
Sevmek yetmez, korumak gerek
Bir yeri sevmek, sadece ona gitmek değildir. Hatta belki gitmemektir bazen. Gittiğinizde ona zarar vermemektir. Herkesin sosyal medyaya koyduğu gün batımı fotoğraflarının ardında, çöpünü toplamak zorunda kalan bir belediye işçisi, balkona çıkmaya çekinen bir yaşlı kadın olabilir.
Büyükada’ya gitmek hâlâ güzel. Ama oraya giden herkesin “Ben bu adaya ne bırakıyorum?” sorusunu kendine sorması gerekiyor. Yalnızca ayak izi mi, yoksa plastik atık mı? Sessizlik mi, yoksa bluetooth hoparlör müziği mi?
Ada hâlâ güzel, evet. Ama bu güzellik kırılgan. Ve biz kırılgan şeyleri en çok sevdiğimizi söyleriz ama en çabuk unuturuz. Büyükada, bize çok şey hatırlatıyor. Belki de unutmamamız gereken en önemli şey şu: Gittiğimiz yeri götürmemek.

Yorum Yazın