Ülkemizdeki üniversite sayısına dışardan bakanlar bilim alanında da iddia sahibi olan bir ülke ile karşı karşıya olduklarını düşüneceklerdir. Keşke bu teşhisleri doğru olsaydı diyebilirsiniz ama ülkemizin bilim konusunda fazla iddialı olmadığını da herhalde biliyorsunuz. Bazı haberlerde bilimsel yayın konusunda komşumuz İran’ın bizim önümüzde olduğu bilgisi yer alıyor. Belli ki kat etmemiz gereken bir hayli mesafe var.
Tartışmamıza ülkemizdeki üniversite sayısından başlayabiliriz. Bu sayının günümüzde iki yüzün üzerinde olduğu söyleniyor. Bunun bir sebebi, kanuna göre bizdeki tüm yüksek öğretim kurumlarının üniversite sayılmasıdır. Buna karşılık kurumlar arasında çok büyük farklar var. Bir kere kurumların çoğu sadece mesleki öğretim yapıyor. Araştırma-geliştirme türünden herhangi bir faaliyetleri yok. Bu tür kurumlardan bilim ürünü diyebileceğiniz bir sonuç almanız mümkün değil. İkinci olarak, birçok kurumda yeterince hoca yok. Öğretim kadrosu dersler boş geçmesin diye büyük yükler altına giriyor, birçok hoca da aslında yakından tanımadığı konularda ders vermek mecburiyetinde kalıyor. Böyle bir durumda ders yükü altında ezilen, uzmanlaşma fırsatı bulamayan hocaların bilimsel çalışma yapmaları pek mümkün olmuyor. Devletimizin belirli ders saati üzerinde ders vereni ödüllendirmesi de bu yüklü ders programının üzerine tuz biber ekiyor. Gelirlerini arttırmak için hocalar ders yüklerini yüksek tutmaya çalışıyorlar. Üçüncü bir husus var. Hocalarımızın çoğu zaten bilimsel araştırmalar yapmak için yetiştirilmiş değil, bu işi yapacak donanımları da yok. Çoğu hoca kendi çalışma alanında uluslararası literatürü izleyecek kadar dil bilmiyor. Literatüre ulaşmaları da o kadar kolay değil. Günümüzün elektronik imkanları kaynaklara ulaşmayı nispeten kolaylaştırdı ama yine de bu iş için maddi kaynak tahsis etmek ve yayınların izlendiği devrelerde olmak gerekiyor.
Dördüncü hususa gelelim. Biz de doktora programları çoğu zaman terfi için kanunda doktora yapmak öngörülüyor diye ihdas edilmişlerdir. Birçok kurumda doğru dürüst lisans öğretimi yapacak kadro yokken doktora programları açılmakta, böylece asistanlar tarafından yasal bir zorunluluk olan doktora dereceleri iktisap edilmektedir. Zaten, çoğu zaman doktora birkaç yıl fedakarca asistanlık yapan bir gence adeta emeklerinin karşılığı bir olarak verilen bir ödüldür. Dolayısıyla doktora öğretiminin vazgeçilmezi olan cevabı henüz yeterince verilmemiş bir araştırma sorusu sormak, aynı ya da yakın konularda daha önce yazılmış çalışmaları incelemek, sorunun bazı muhtemel cevaplarının neden geçerli olmadığını açıklamak, kısacası konuyu çok yönlü irdelemek gibi beceriler bizdeki çoğu doktora programını tamamlamak yoluyla elde edilmemektedir. Böylece acı bir gerçeğe de ulaşmış oluyoruz: hocalarımızın önemli bir bölümü doktora verecek, hatta ciddi bir araştırmayı gerçekleştirecek donanımdan yoksundur .
Evet, devam edelim. Beşinci olarak, yasalarımız, tüm yüksek öğretim kurumlarının eşit konumda olduğunu varsaydığından, en yetersiz kurumların en kötü hocaları bile, bir adayın doçentliğe terfiinde en iyi kurumun en yetenekli adayını değerlendirme ve çaktırma yetkisini haizdir. Bunun olumsuz sonuçlarının önde geleni, “sen benim adayımı geçir, ben de seninkini geçireyim” türünden bir kuralın yerleşmesidir. Böylece ciddi bir çalışma ürünü vermeyen kişilerin terfii tabiileştiği gibi, bazen en yetenekli adayların kaba tabiriyle “çaktırılması” da söz konusu olmaktadır. Ben dünya literatürüne katkı yapmış bir adayın Türkçe ders kitabı yazmamış diye doçentlik sınavında “çaktırılmasının” zar zor önlenebildiğine bizzat şahit oldum.
Altıncı olarak, yüksek öğretim kurumlarımızın çoğu aslında meslek okulları olarak faaliyet göstermektedir. Birçok aile çocuğunu üniversiteye gönderirken aslında iyi bir işe yerleşerek maddeten de rahat etmesini istemektedir. Daha açık bir ifade ile çocuklarını üniversiteye göndermekten bekledikleri çocuklarının mezuniyetten sonra “iyi” bir iş tutmasıdır, yoksa kimse çocuğunu bilim adamı olarak filan yetişeceğini beklememektedir. Bunu tabii karşılamak gerekiyor. Ancak, ülkemizde yaygın bir okumuş işsizliği olduğu hatırlanacak olursa, istihdam olanağının sınırlı olduğu, yani ihtiyaç duyulmayan alanlarda eleman yetiştirdiğimiz hemen anlaşılacaktır. Buna karşılık, iş dünyası ise aradığı kalifiye elemanı bulamadığından yakınıyor. Demek ki üniversitelerimiz iyi meslek adamı da yetiştiremiyorlar. Lise sonrası meslek adamı yetiştiren okullara ağırlık tanıyan bir sistem kurmak, üniversite sayısını azaltmak isabetli gözüküyor.
Araştırmacıların yanlış yapmaları da söz konusu olabilir. Bütün bu olasılıkları denetlemenin yolu, araştırmaların ilgili bilim camiasının denetimine açık olması, tekrarlanabilir nitelikte olmasıdır.
Sözlerimin yanlış anlaşılmasını istemem. Üniversitelerimizin de yetiştireceği çoğu gencin mesleki eğitim görmesi zorunludur. Üniversiteleri bilim yuvası yapan lisans düzeyinde bilinenleri gençlere aktararak onları mesleklere hazırlamak değil, doktora programları ve araştırma merkezleri aracılığıyla yeni bilgiler üretmelerinin beklenmesidir. Zaten bilimsel faaliyet bu ana kadar bilinmeyen bilgiler üretmek, bilinen için yeni uygulama alanları açmak, eski bilgilerin doğru olmadığını göstermek türü faaliyetler içerdiği için ancak bunların nasıl elde edilebileceği öğretilebilir. Bu işlemin yeri de doktora aşamasıdır, lisans düzeyinde yapılmasına olanak yoktur, çünkü lisans aşamada çok sayıda genci topluma iş bulabilecek şekilde yetiştirmek gerekmektedir. Bilimsel faaliyet daha sonraki aşamada, yani doktora ve sonrasında ele alınacak niteliktedir.
Dünyanın bilimsel başarı konusunda önde gelen bilim üniversitelerine baktığınız zaman, bunların hepsinin lisans programları da vardır, fakat genellikle lisans ötesi çalışmaların kurum içindeki ağırlığı lisans faaliyetine kıyasla daha yaygındır. Lisans ötesi programlara katılan öğrenciler, bu aşamada araştırma yapmayı öğrenirler, sık sık hocalarının yürüttüğü araştırmalarda sorumluluk üstlenirler, araştırma ve raporlama becerilerini geliştirirler. Çoğu zaman doktora çalışmaları da yürütülmekte olan bir araştırmanın bir parçasını teşkil edebilir.
Bilimsel faaliyet demek yeni bilgiler üretmek yanında, bilinenleri sorgulamak, daha önce yapılanların yanlış veya eksik taraflarını sergilemek, doğru olmayan yorumlara meydan okumak demektir. Bunların yapılabilmesi için geniş bir özgürlük ortamına ihtiyaç olduğu aşikardır. Başka bir ifade ile, en fazla ve sonuç getirici bilimsel araştırmalar ancak her türlü özgürlüğün yaygın olduğu toplumlarda yapılabilir. Örneğin, dünya bilim kurumları sıralamasında Amerikan ve İngiliz kurumlarının önde gelmesi tesadüfi değildir, bu ülkelerin bilime verdikleri önemin bir parçası olarak akademik kurumlara geniş özgürlük vermelerinin etkisi herkes tarafından bilinmektedir.
Hemen belirtelim ki, bilim adamlarının cevabını aradığı soruları yaptıkları araştırmalar sonunda her zaman cevaplamayabilirler. Bazı soruların saçma olduğu zamanla anlaşılabilir. Bazen bir konuda yaptıkları araştırma onları hiç beklemedikleri başka alanlarda araştırma yapmaya itebilir. Araştırmacıların yanlış yapmaları da söz konusu olabilir. Bütün bu olasılıkları denetlemenin yolu, araştırmaların ilgili bilim camiasının denetimine açık olması, tekrarlanabilir nitelikte olmasıdır. Bu da bilim camialarında özgürlük yanında eşitlikçi bir etiğin varlığını gerekli kılıyor, kimse “Efendim, o bulgu üstadımıza ait, eleştirirsek canımıza okur ya da ayıp olur” veya “Büyüğümüze saygı göstermek mecburiyetindeyiz” demek mecburiyetini hissetmemelidir.
Buraya kadar yazdıklarım belki ülkemizin bilim alanında neden istenilen başarıyı elde etmediğini açıklamış bulunuyor. Tüm kurumları eşit tutup, esas vurgusu bilim olan kurumlar kurmuş değiliz. Bu yolda bir miktar ilerleyen kurumları sıradanlaştırmak ve siyasal ortama uymak için baskı altına almaya meraklı olduğumuzu Boğaziçi Üniversitesi’nin yaşadıkları göstermektedir. Sonra, bilimsel çalışmaların gelişebileceği ve yapılabileceği özgürlük ortamından da uzak olduğumuzu teslim etmek zorundayız. Siyasi otorite şüphesiz giderek daralan özgürlük ortamını bilimsel çalışmalar yapılmasın diye sınırlamıyor ama sonuçta daralan ortamdan onlar da olumsuz yönde etkileniyor. Tabii kültürümüzde de yaşlılara, yüksek rütbelilere saygı esas. Dolayısıyla eleştiri ortamını kültür unsurları da sınırlıyor.
Sonuçta ne oluyor der siniz? Ülkemizin en iyisi olma potansiyeline sahip bilim adamları, faaliyetlerini bilime daha fazla ağırlık tanıyan, önem veren ülkelere giderek, orada sürdürüyorlar. Büyük başarılara imza atabiliyor, hatta Nobel veya benzeri itibarı çok yüksek ödüller de alabiliyorlar. Biz de, aslında başka ülkelerin sağladıkları olanaklarla başarıya ulaşan Türk araştırmacılarının başarılarıyla övünüp, bunlar Türktür diye teselli buluyoruz, hatta övünüyoruz ama ülkemizin bilim alanında başarılı olmasını temsil eden kimseyi üretemiyoruz.
Yedinci olarak, bilimsel araştırmayı teşvik eden ve ödüllendiren bir sistemimiz yoktur. Yurt dışına giderek araştırmacı olarak yetişenler dönmüyor, buradakiler gidiyor
İsterseniz tartışmaya devam etmeyeyim. Ülkemiz akademik dünyasında bilimsel araştırmayı teşvik eden bir yapı olmadığını çok yönlü açıklamaya çalıştım.

Yorum Yazın