Türkiye’de kadın cinayetleri istatistikten öteye geçmeyen bir olguya dönüşmüş durumda. 2024’te Türkiye’de 400’den fazla kadın cinayeti işlendi; bunların çoğu, faillerin saklanmaya bile gerek görmediği açık ve kaba şiddet vakalarıydı.
Kadınların eşitlik hareketi, endüstri devriminin dönüştürücü yan etkilerinden biridir. Modern öncesi toplumlarda, bırakın özgürlük ve eşitliği, kadının yaşam hakkı bile erkek egemen yapının insafına terk edilmişti. Annelik, kadını toplumda zayıf bir konuma iterken, aynı zamanda toplumun yenilenmesi için onu başrole yerleştiriyordu. Bu bipolar toplum psikolojisi insanlığı “Kadının adının yok olduğu” bir aşamaya taşımıştı.
Kapitalizmin, kadın-erkek demeden insan soyuna toptan sömürü tarifesi uygulaması, kadının varlığını hissettirme çabasını hızlandırdı. Kadın hareketi, kadınların mücadelesiyle yükseldi ve erkeklerin de reddedemeyeceği bir gerçeklik haline geldi.
Georges Simenon’un Bella’nın Ölümü romanından uyarlanan 2025 yapımı Belle’yi izlerken, 1989’da ölen yazarın dünyasındaki toplumsal cinsiyet rollerini bugünkü gerçeklikle kıyaslamaktan kaçınamıyorsunuz.
Simenon’un 1952’de kaleme aldığı bu roman, 1950’lerdeki toplumsal yapıyı yansıtırken, filmin 2025’teki uyarlaması bu rollerdeki değişimi ve değişmeyeni sorgulatıyor.
Peki, gerçekten değişen bir şeyler var mı?Talihsiz Belle’nin annesinin haykırışı, bu soruya karamsar bir yanıt veriyor: “Bütün erkekler aynısınız, istediğiniz hep aynı!” Acılı anne, bu sözleri cinayetin baş şüphelisi Andre’ye yöneltiyor. Andre’nin gerçek katil olması önemli değil. Erkeğin bir tür olarak katil olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Evet, ortada bir cinayet var: Kimsenin görmediği, duymadığı, hatırlamadığı bir cinayet. Lise öğrencisi Belle, odasında boğulmuş halde bulunur. Küçük bir Fransız kasabasındaki Georges Simenon Lisesi’nde matematik öğretmeni olan Andre ve optisyen eşi Cléa’nın hayatları, bu ölümle altüst olur. Evlerinde misafir ettikleri ve Andre’nin öğretmen olarak çalıştığı aynı lisede okuyan Belle’nin trajik ölümü, tüm okları Andre’ye çevirir.
Dedektif romanlarının ustası Simenon’un hikâyesini tümüyle anlatacak değilim; filmi izleyeceklere haksızlık etmek istemem. Asıl mesele, filmin kendisi değil, anlattığı basit gerçek.
Özelde kadına karşı şiddetin genelde ise her tür şiddetin bu denli kolaylaştığı bir ülkede Belle’nin ölümünün ince detaylarını izlemek bir lüks gibi görünüyor.
Kadına yönelik şiddeti adeta hayatın bir parçası haline getiren toplumumuz için Belle’nin ölümü sıradan bir hikâye gibi görünebilir. Ancak bu ölüm, romanda 1950’lerin kasabasını sarstığı gibi, filmin geçtiği 2025’te de kasabayı sarsıyor.
Türkiye’de ise kadın cinayetleri istatistikten öteye geçmeyen bir olguya dönüşmüş durumda. 2024’te Türkiye’de 400’den fazla kadın cinayeti işlendi; bunların çoğu, faillerin saklanmaya bile gerek görmediği açık ve kaba şiddet vakalarıydı.
Baş şüpheli Andre’nin iflah olmaz bir röntgenci olması, yani kadınları gizlice izlemesi, hikâyenin önemli bir detayı. Bu, Türkiye’de erkek bakışlarının kadınlar üzerinde fütursuzca gezinmesini akla getiriyor. Tacizin adeta “milli bir spor” haline geldiği bir ülkede, kadına yönelik şiddet ile bu bakışlar arasında bir bağ olmalı.
Yine de Andre’yi kimse sabahın beşinde evinden almıyor. Çünkü suçlu olup olmadığı bilinmiyor ve Fransız hukuku, suçu kanıtlanana kadar onu suçsuz sayıyor.
Andrea’nın eşi Cléa’nın, kasabanın sevilen bir sivil toplum gönüllüsü ve optisyen olması dikkat çekiyor. Gözlük seçmenin bu denli saygın bir meslek sayılması, toplumun ranttan ziyade faydaya değer verdiğini düşündürüyor. Bir optisyenin kıymetini bilmek, kolektif aklın bir göstergesi sanki.
Simenon’un tüm kahramanları gibi, Andre de kendini sorguluyor. Ancak bu sorgulama, onun duygusal boşluğunu daha da görünür kılıyor. Andre’nin boşluğu, bir cinayetin faili olduğunu kanıtlamaz, ama bu denli duygudan yoksunluk karanlık bir yanı da barındırır. Fransız hukuku, kanıtlar üzerinden ilerler. Andre, mahkemeye çıkmak bir yana, kendi ayağıyla hakime ifade vermeye gider. Hakimin sorularına yanıt verirken, gözleri zabıt kâtibinin ayak bileğindeki bilekliğe takılır. Zihnindeki boşluğu bu bileklikle doldurur.
Suçu kanıtlanmayan herkes suçsuzdur. Andre de kanıt bulunana kadar suçsuz kalacaktır. Fransa’da işler böyle ilerliyor.
Ancak Türkiye’de her gün en az bir kadının öldürüldüğü bir gerçeklikte, cinayetler Belle’ninki gibi kanıttan yoksun değil.
Belle’nin ölümünün ardında Andre’nin zihin katmanlarına gizlenmiş içgüdüler olabilir. Türkiye’deki kadın cinayetleri ise kendini saklamaya gerek görmüyor.
Belle’nin Ölümü 1950’lerin hızla dönüşen zamanlarında yazılmış bir hikayeyi 2025’e taşırken, kadının kırılgan erkeğin ise kırma konusunda potansiyelli olduğunu bir kez daha anlatıyor.
Özelde kadına karşı şiddetin genelde ise her tür şiddetin bu denli kolaylaştığı bir ülkede Belle’nin ölümünün ince detaylarını izlemek bir lüks gibi görünüyor.
Not: Trajik bir ironi olarak, filmin yönetmeni Benoît Jacquot’nun #MeToo hareketi kapsamında cinsel istismar suçlamalarıyla anılması, filmin anlattığı kadına yönelik şiddet temasıyla ürkütücü bir tezat oluşturuyor. 2024’te Fransız aktris Judith Godrèche’nin, Jacquot’yu 1980’lerde, henüz 14 yaşındayken istismar etmekle suçlaması, filmin mesajını gölgeliyor.

Yorum Yazın