Suçu bizi yönetenlerde aramayalım. Onlar kendi iktidarların, menfaatlerinin doğrultusunda tüm doğruları yerle yeksan etmeyi düşünebilir, bunu hayata geçirebilirler. Unutmayalım ki biz, tüm iktidarlardan daha güçlü ve daha kalıcıyız.Eğer alışmaya alışmazsak, tüm diplerden çıkabilir, hak ettiğimiz yaşam koşullarına yeniden erişebiliriz.
‘‘İnsan her şeye alışır’’ derler. Bu cümle, ilk bakışta bir direnç ve uyum göstergesi gibi görünse de, aslında kabullenişin en tehlikeli biçimini içinde taşır. Çünkü alışmak, yalnızca koşullara uyum sağlamak değil, aynı zamanda koşulları sorgulamamayı da öğrenmektir.
Hukuksuzluğa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, alışmak…
Ülkemizde neredeyse her gün yaşanan skandallar artık sıradan birer haber başlığına dönüşmüş durumda… Bir sabah öğrencilerin gözaltına alındığını okuyoruz; ertesi gün, siyasi davaların adaleti mahkeme salonlarında nasıl ayaklar altına aldığını…
Alışıyoruz her gün biraz daha…
Acıya, değersizliğe, yok sayılmaya…
Sustukça alışıyoruz, alıştıkça susuyoruz…
Alışmak, bir tür unutmadır. İlk başta rahatsız eden şeyler, zamanla yaşamın olağan parçasına dönüşür. Gözümüz karanlığa alışır, kulaklarımız çığlıkları duymamaya başlar.
Alışmak, bazen sadece hayatta kalmak için seçilen bir yol gibi görünse de, çoğu zaman yaşamın içindeki suça sessiz bir ortaklık anlamı taşır. Ahlaki sorumluluk insanın sadece yapıp ettiklerinde değil, yapmadıklarında da mevcuttur. Sessizlik ve alışma, pasif bir onay anlamına gelir.
Adaletsizliğe ilk tanık olduğumuzda bir şeyler titrer içimizde. Vicdanımız ses verir, öfkemiz parlar, aklımız sorular sorar. Bu bir mahkeme kararı olabilir, sokakta yaşanan polis şiddeti, bir kadının çığlığı, bir çocuğun çaresizliği…
Hukukun olması gerektiği yerde susması, eşitliğin olması gerektiği yerde yokluğu canımızı yakar. Ama zaman geçtikçe bu anlar sıradanlaşır. Haber olur, paylaşılır, tartışılır… ve sonra unutulur.
Ve en nihayetinde, biz bu unutmayı kanıksarız.
Hukuksuzluk sistematik hale geldiğinde, ona karşı verilen bireysel öfke yerini sessiz bir iç çekişe bırakır. İnsanlar önce tepki gösterir, sonra yorulur. Çünkü her isyan cevapsız kalırsa, en sonunda sükunet bile bir korunma biçimi olur.
İşte tam burada, adaletsizlik kendini yeniden üretmeye başlar… Yorulan isyanla, devamında gelen sessizlikle…
Eşitsizlik artık açık bir çelişki olmaktan çıkar, düzenin kendisi olur.
Herkesin kabul ettiği, sorgulamadığı, hatta bazen savunduğu bir ‘‘gerçeklik’’ haline dönüşür.
İşte alışmaya alışmak tam da budur. Bir adaletsizliğe değil, onun sürekliliğine alışmak.
Hukuksuzluğa değil, hukuk aramamanın sıradanlığına alışmak.
Eşitsizliğe değil, eşitlik beklentisinin bile absürt gelmesine alışmak.
Adaletsizlik sadece haksız kararlarla değil, bu kararlara sessiz kalındığında güçlenir.
Hukuksuzluk sadece kural ihlaliyle değil, o ihlallere göz yuman toplumla kökleşir. Ve eşitsizlik sadece kaynak dağılımıyla değil, bu dengesizliği ‘‘kader’’ diye yutkunanlarla kurumsallaşır.
Alıştık kadınların sokak ortasında öldürülmesine.
Alıştık adaletin, sadece güçlüler için çalışmasına.
Alıştık eşitsizliğe…hukuksuzluğa…çarpık zihniyetlerin, ideolojilerin bizi her gün parçalara ayırmasına…
Her haber bülteni bir ölüm ilanına dönüştü, her fotoğraf bir kadının son gülümsemesi…
Kadınlar mahkemelerde öldürüldükleri için değil, kalıplara uymadıkları için yargılandı.
Erkekler ‘‘tahrik indirimi’’ aldı, ‘’iyi hal’’ ödülüyle serbest bırakıldı.
Katillerin önüne kırmızı halı serilmedi belki ama adliye koridorları onlar için hiç dar olmadı.
Ve biz, her ‘‘iyi hal’’ kararından sonra bir kez daha öğrendik: Bu ülkede hukuk değil, alışkanlıklar hüküm sürüyor.
Yalnızca kadın cinayetlerine değil, hukukun bütünüyle siyasallaşmasına da alıştık.
Artık biz, sadece hukuksuzluğa değil, hukukun gösteriye dönüştürülmesine de alıştık.
İtirazlarımız küstü, umudumuz sustu. Ve her suskunluk, yeni bir adaletsizliğe alan açtı.
İşte bu hal, sadece bireyin değil, toplumun çöküşüdür. Çünkü toplumlar adaletsizlikten değil, adaletsizliğe gösterilen tepkisizliğin sürekliliğinden çöker.
Eğer hukuksuzluğu izlemeye alıştıysan, hukukun yerini güç alır.
Eğer eşitsizliğe alıştıysan, hakkı değil konumu savunmaya başlarsın.
Ve eğer bunlara alışmaya da alıştıysan, artık hiçbir şey seni sarsmaz. Çünkü sarsacak bir vicdan artık kalmamıştır artık.
Adaletsizlik sadece haksız kararlarla değil, bu kararlara sessiz kalındığında güçlenir.
Hukuksuzluk sadece kural ihlaliyle değil, o ihlallere göz yuman toplumla kökleşir. Ve eşitsizlik sadece kaynak dağılımıyla değil, bu dengesizliği ‘‘kader’’ diye yutkunanlarla kurumsallaşır.
İşte bu yüzden en büyük tehdit, alışmak değil; alışmaya alışmaktır. Çünkü orada artık bir itiraz yoktur. Bir umut yoktur. Sadece kanıksanmış bir çürüme vardır.
Ve belki de bu yüzden, en ahlaki eylem hala şaşırabilmektir.
Bir hukuksuzluk karşısında hala utanabilmek, bir eşitsizlik karşısında hala haykırabilmektir.
Çünkü insansın insan kalabilmesi için alışmaya direnmesi gerekir.
Alışmaya alışmak, bireysel bir ruhsal çözülmeden öte, toplumsal bir patolojidir. Bu patoloji, hukuk devleti ilkesinin içinin boşaltılmasına, eşit yurttaşlık idealinin terk edilmesine ve adaletin sadece bir temenni olarak kalmasına zemin hazırlar.
Bu nedenle gerçek bir demokratik toplum, yalnızca adaletsizliğe değil, adaletsizliğe alışmaya da direnç gösterebilen bir topluluktur.
Hep suçu bizi yönetenlerde aramayalım. Onlar kendi iktidarların, menfaatlerinin doğrultusunda tüm doğruları yerle yeksan etmeyi düşünebilir, bunu hayata geçirebilirler.
Unutmayalım ki biz, tüm iktidarlardan daha güçlü ve daha kalıcıyız.
Eğer alışmaya alışmazsak, tüm diplerden çıkabilir, hak ettiğimiz yaşam koşullarına yeniden erişebiliriz.

Yorum Yazın