‘Her çağ, kendi kaygısının resmini yapar. Munch, bunu yüz yirmi üç yıl önce boyadı; biz hâlâ içindeyiz.’
Bu toprakların direngenliği hediye ettiği bir kadının ,çok sevdiğim D’nin doğum gününde hediye almak için gezinirken bir hediyelik eşya dükkânının vitrininde, Edvard Munch’un Yaşamın Dört Evresi’nin ucuz bir replikasına rastladım.Renkleri solmuş, çerçevesi basit plastiktendi ama yüzlerdeki ifade hâlâ canlıydı..(Ne tesadüf o da Munch'un “Çığlık” eserini çok sever)
Tam o sırada yanıma iki genç kız geldi:
— “Baksana, dört kadın.”
— “Evet, sanki bir aile gibiler. Acaba gerçekten aileleri mi?”
— “Olabilir, bilmiyorum.”
— “Neyse… Yarınki ödevi ne yaptın? Ben yetiştiremeyeceğim galiba. Yandık valla!”
Gittiler. Arkalarından baktım.
Tabloyu tanımıyorlardı belki, ama kaygıyı biliyorlardı.
Sadece onlarınki felsefi değil, gündelikti: sınav kaygısı, yetişememe korkusu.(Bu arada Munch'un “Kaygı” adlı bir eseri olmasına rağmen ben bu eserde kaygıyı daha fazla hissederim. İçinde kadınlar olduğu için belki… )
O ucuz replikanın önünde düşündüm.
Belki de Munch’u anlamak için önce kendi kaygılarımızı tanımak gerekiyordu.
Zamanın akışını göstermek istemişti belki ama figürlerin yüzlerinde geçen zamanın değil, farkında olmanın ağırlığı vardı.
Dört figür, yaşamın sıradan evrelerini temsil ediyordu ressama göre, ama yüzlerinde sıradan bir huzur yoktu.
Her biri sanki kendi içine çekilmişti.
Çocuk bile, masumiyetin değil, farkındalığın eşiğindeydi.
O an düşündüm: belki de Munch yaşamın değil, kaygının evrelerini resmetmişti.
Çünkü o yüzlerde ölüm yoktu,ölmeden önceki düşünme hâli vardı.
Kaygı, felsefenin en eski kelimelerinden biri.
Kierkegaard’ın Danca ifadesiyle Angestens Begreb — yani “kaygı kavramı.”
Ona göre kaygı, özgürlüğün baş dönmesiydi.
İnsanın sonsuz olasılıklar karşısında hissettiği o titreyiş.
“Kaygı, insanın en büyülü mülküdür,” diyordu.
“Çünkü onun sayesinde özgür olabileceğimizi hissederiz.”
Onun kaygısı, bireyin Tanrı karşısındaki yalnızlığıydı.
Heidegger, yüzyıl sonra Almanca’da aynı sözcüğü kullandı: Angst.
Onda kaygı, hiçliğin farkına varmaktı.
Varlığın anlamını sorgulayan insanın, dünyaya “atılmış” olduğunu hissetmesi.
Heidegger’in kaygısı metafizikti; ölüm karşısında otantik varoluş arayışı.
Nietzsche bu uçuruma “bilincin fazlalığı” dedi.
“Kendi dağını yaratırken, kendi kendine dağ olmalısın,” diye yazmıştı bir yerde.
Onun kaygısı, Tanrı’nın ölümünden sonra insanın kendi değerlerini yaratma yükümlülüğüydü.
İnsan, taşıyabileceği kadar farkında olur.
Fazlası acıya dönüşür.
Nietzsche’nin doğum gününe denk düşen bu hafta, bir tablonun vitrininden geçen çağımıza baktım.
Kierkegaard’ın titreyişi, Heidegger’in hiçliği, Nietzsche’nin yükü… Ve biz, vitrindeki o ucuz çerçevenin içinde sıkışmışız.
Ama bizim coğrafyamızda kaygı, bireysel bir duygu değil, toplumsal bir miras.
Tanrı karşısında değil, sistemin tam ortasında yaşanan.
Kierkegaard’ın “özgürlüğün baş dönmesi” dediği hâl, bizde özgürlüğün ertelenmesi.
Heidegger’in hiçlikle yüzleşmesi, bizde gündelik hayatın hiçleştirmesine dönüşür.
Nietzsche’nin üstinsan hayali ise, hâlâ kendi korkumuzla yüzleşemediğimiz için gerçekleşmez.
Burada kaygı, adaletin yerini almış bir duygudur.
Bir yanıyla farkındalık, bir yanıyla çaresizliktir.
İnanç, içsel bir güven olmaktan çıkar.
Korkunun toplumsal diline dönüşür.
İnsan inandığı için değil,
inanmaktan başka seçeneği olmadığı için inanır.
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü, hiçbir zaman tamamlanmadı.
Tanrı ölmedi; biçim değiştirdi.
Devlet oldu, cemaat oldu, aile oldu.
İnanç, itaatin biçimine büründü.
Bir toplum, anlamdan çok onayı arıyorsa, trajedisi başlamış demektir.
Annem, o tablodaki eksik figür gibiydi.
Çocuk olmuş, genç olmuş bedeni ve imkânları onu diğer evrelere taşıyamamış bir kadın.
Onun yarım kalmışlığı bireysel bir kader değil, toplumsal bir aynaydı.
Eşitsizliğin, yoksulluğun, engelli bir bedenle “normal” sayılmanın sınırlarının görünür hâli.
Bir kadının erken yaşta hayata gözlerini kapatması, bir ülkenin tamamlanamayan bilincine benziyordu.
( Sanırım onun gidişinden sonra ben de eksik kaldım, kaygılarım en belirgin biçimiyle o zaman başladı. Altı yaşındayken... )
Kaygı, işte o bilinç kırığında birikir.
Sokağın diliyle, iş yerinin keşmekeşiyle, evin içindeki küçük sessizliklerle taşınır.
Her çağ kendi kaygısını üretir… Ve bizdeki, geçmişin tortusuyla karışmış bir bilinç.
Çünkü biz kaygıyı çözmek yerine, miras bırakıyoruz.
Bellek de böyledir.
Unutmak bu ülkenin en örgütlü alışkanlığı.
(Örneklerini burada yazmak isterdim, lakin ne bu köşe, ne de defterler almaz unuttuklarımızı)
Hatırlamak hâlâ bireysel bir eylem.
Geçmişi anlatmak nostalji değil.Belleği diri tutmanın bir yolu.(Metinlerde yaşadıklarımdan örneklemeler yaptığım için buraya not düşmek istedim.)
Çünkü her unutma, sadece birilerini, yaşananları değil, en çok vicdanı siler.
O birilerini, yaşananları hatırlamak, aslında bir dönemi anlamak demek.
Munch’un tablosundaki dört figür, bana göre insanın değil, toplumun yaş alma biçimi:masumiyet, umut, kabulleniş, hatırlama.
Biz genellikle üçüncüde kalırız.
Ne inanırız, ne reddederiz… Yalnızca dayanırız.(Toplumsal bir anksiyete haliyle… )
Nietzsche’nin “üstinsan”ı hiç gelmedi.
Çünkü insan hâlâ kendi korkusuyla yüzleşemedi.
Bugünün trajedisi sessizlik değil.
Her şeyin söylenip hiçbir şeyin değişmemesi. Ve söz söylenir söylenmez unutmak!
Kaygı hâlâ düşüncenin en doğru ölçüsü.
Kaygısı olmayan toplum, kendi çöküşünü alkışlayan seyircidir.
Ve bazen, bütün bunların arasında, bir yüz hatırlanır, bir sessizlik belirir.(Ben annemi hatırladım.)
Annemin yüzüyle Munch’un figürleri arasında bir benzerlik var.
İkisi de konuşmadan anlatıyor.
Biri renklerle, diğeri bedenin engeliyle, tamamlanamamış hikayesiyle…
Belki de felsefe tam orada başlıyordur: Söylenmemişin içindeki gerçeği fark etmekte.
‘Bazen en büyük hareket, ayakta kalmaktır.’
(Bu bana göre bir direniş biçimi)
Munch’un tablosuna yeniden bakıyorum.Sorulması gereken soru artık şu:
Yaşamın hangi evresinde durduğumuzu biz mi seçiyoruz, yoksa toplum mu yerleştiriyor bizi o çizgiye?

Yorum Yazın