Erdoğan’ın Muktedirliği: Yargının Aparatlaşması, Süreçleri Tanımlama Gücü ve Schmitt’in Yanlış Kullanılması Üzerine
AK Parti’nin yargıyı tamamen bir aktör olarak siyasete sokması, aslında bizlere bazı şeylerin yeni olmadığını hatırlatıyor. Türkiye’de yargı hiçbir zaman bağımsız değildi, ancak bağımsız olmayan yargı ile doğrudan bir zümrenin aparatı (aygıtı) olan yargı arasında da ciddi farklar var. AB’nin Türkiye’yi inceleyerek 1998 yılından beri yazdığı raporlara bakıyorum ve gördüğüm şey, Tayyip Erdoğan’ın bir şeyleri gizli değil, ulu orta yapma becerisi (hiper-görünürlük ya da açık seçiklik her şeyin göz önünde olduğu bir ortamda normal olarak kabul edilen şeylerin çok hızlı değişmesine yol açar). AB burnumuzun dibinde bizi izleyip bizim yargıçlarımızın aldığı kararları Doğu’ya sürülme psikolojisinin etkilediğini bile tespit edip iyileştirilecek şartlara eklerken, Erdoğan nasıl oldu da bu kadar sistem dışı bir siyaset kurgulayabildi? Bunun cevabı aslında aparatlarda gizli, çünkü bir şeyleri saklamak durumunda kalmak ile bir şeylerin anlamını değiştirmek arasında güç ve nüfuz farkı var.
Siyaset sahnesinde görünen siyasi aktörlerin görünürlüklerini kontrol etmek ve yeni sahneler kurgulamak için aparatlara ihtiyaç var.
1. Aygıtın (aparatın) tanımı
Aparatlar yalnızca belirli bir amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar değildir; anlamı, sınırları ve ölçütleri üreten düzeneklerdir. Başka bir deyişle, aparatlar “tanımlama, ölçme ve biçimlendirme düzenleri”dir; dünyayı olduğu gibi yansıtmazlar, dünyayı belirli biçimlerde kurarlar ve bu sırada kendileri de değişime uğrar. Temsil etmek veya tarafsızlık görevi görmekten ziyade, gerçekliği ve gözlemciyi dönüştürür; kendisi de bu süreçte değişime uğrar.
2. Aparat ve araçsallaştırma farkı
Bu nedenle, aparat ile araçsallaştırma arasında önemli bir fark vardır. Araçsallaştırmada iktidar, zaten var olan bir nesneyi kendi çıkarı doğrultusunda kullanır; oysa aparat, iktidarın içinden işlediği, onunla birlikte dünyayı yeniden tanımladığı bir oluş düzenidir (yani anlamın, sınırların ve ilişkilerin sürekli biçimde üretildiği bir süreç). Aparat, sahip olunacak bir şey değil, gözlemlenen (yani yönetilen), gözleyen (yani iktidar), ve ölçüt (yani aparat) ilişkisi içinde icra edilen bir süreçtir.
Aparatlar, gözlemleyen ile gözlemlenenin birbirini karşılıklı olarak biçimlendirdiği iç içe geçme (entanglement)ilişkileridir. Bu, etkileşimden ziyade bir karşılıklı oluş (intra-action) biçimidir: Erdoğan’ın yargı, medya ve hukukla kurduğu ilişki de bu karşılıklı oluş içinde anlam kazanır.
Genellikle siyaset analizinde, iktidarın kurumları “araçsallaştırdığı” söylenir; yani mevcut kurumları kendi çıkarına uygun biçimde kullandığı. Bu, iktidarı dışarıda, kurumları ise edilgen nesneler olarak konumlandırır. Erdoğan’ın yargıyı ya da medyayı kullandığı düşüncesi de bu çerçevededir. Ancak burada gözden kaçan nokta, bu “kullanım”ın aynı zamanda kurumların anlamını, işlevini ve toplumsal görünürlüğünü dönüştürmesidir.
Siyasi aktörlerin failliğini anlamakta faydalı olan aparat kavramı, kuantum sosyal bilimci Karen Barad’ıngeliştirdiği biçimiyle bu dönüşümü açıklamakta özellikle yararlıdır (Barad 2007; Chee 2022; Zanotti 2017). Aparatlar, dışarıdan yönetilen sabit araçlar değildir; iktidarın, bilgi biçimlerinin, söylemlerin ve maddi düzeneklerin birbirini karşılıklı biçimlendirdiği oluş ağlarıdır.Bu yüzden Erdoğan yargıyı yalnızca kullanan biri değildir; yargının neyi, kimi, nasıl gözlemlediğini değiştirerek, yargının ne olduğunu da yeniden kurar.
Bu fark önemsiz bir sözcük tercihi değil, iktidarın işleme şekillerine dair bir konum alıştır. “Araçsallaştırma” dediğimizde iktidar, etrafında görüp eline geçirdiği sabit bir sopayla onu istediği gibi kullanan faildir. “Aparat” dediğimizde ise o sopa, sopanın anlamını, failin kim olacağını, hangi jestlerle hareket edeceğini, hangi söylemleri mümkün kılacağını belirleyen bir oluş düzenidir. Yani Erdoğan’ın muktedirliği, yalnızca sopalar bulmasından değil, onlarla birlikte oluşmasından kaynaklanıyor.
Örneğin, AB uyum sürecinde AB’nin koşulluluk aparatının Türkiye’de demokrasiyi ve siyasal alanı tanımlamasına yol açıyordu, Erdoğan bunun sayesinde askerin sivil siyasetteki tanımlayıcı ve kısıtlayıcı rolünü azalttı, sonra da bu aparatı tamamen ele geçirdi. Bir yandan da AB’yle uyum sürecini baltalama şekli Erdoğan’ın uluslararası alandaki diğer aparatlara eklemleniş şeklini değiştirdi.
Tayyip Erdoğan siyaseti ittifaklarla dizayn edebileceğinin farkında, ancak Tayyip Erdoğan yürütme görevine geldiği ilk günden beri pozisyonlanmalarla günü kurtarabileceğini ve bunun da bir güç siyaseti değil, pozisyon siyaseti olduğunu biliyor. Tayyip Erdoğan pozisyon almaktan da ziyade siyasette alınan pozisyonları tanımladığı için bu kadar etkili. Uzun bir liste olacak ancak: Erdoğan Kürt meselesinin demokrasiyle ilgisini, Kürt meselesiyle terör sorunun arasındaki farkı, demokrasiyle seçimler arasındaki farkı, siyasete katılım ile protesto romantizmi arasındaki farkı, tarihi, kültürel hegemonyayı, muhafazakarlığı ve milliyetçiliği tanımlayan bir şekilde siyaset yapıyor. Onun asıl istediği şey neyin ne olduğunu tanımlayabildiği, muktedir olabildiği bir siyaset.Bunu görebilmek için de kullandığı aparatlara odaklanmak gerekiyor.
Erdoğan kendini rasyonel aktör olarak düşünen siyasetçilerle muhtelif vesilelerle bir araya gelebiliyor. Erdoğan’ın ortaya attığı süreçlerde genellikle sürecin süresini, yerini, aktörlerini, kimlerin dışlanacağını, kimlerin hangi aparatlarla dışlanacağını ve yeniden tanımlanacağını o belirliyor.
İnsan ilişkilerinin mahiyetini tanımlama gücü tam anlamıyla bir iktidar sahibi olmak anlamına geliyor. Fakat bu güç sadece alıp kullanabileceğiniz bir güç değil; tanım yapmak için tanım yapacağınızı şeyi ölçmeniz, biçmeniz, belirlemeniz, onu söylemeniz ve işe koymanız gerekiyor; su ısıtıcı üretebilmek için materyale ve termometreye ihtiyacınız olması gibi. Lakin gerçek hayatta aparatlar suyun işleyiş şeklini de değiştiriyor. Yani, aparatlar Erdoğan’ın siyaseti tanımlama, siyasetin sınırlarını çizme, makbul, makul ve gayrimeşru olanları tanımlama yetisini belirlemesine yarıyor. Ancak bunu yaparken aparatlar da anlam kaybına uğruyor. Bunun en büyük örneği demokrasi ve yargı.
Yargı, işleyiş hâlindeyken toplumdaki irili ufaklı iktidar alanlarını ve o alanlardaki aktörlerin muhteviyatını tanımlayanen temel aparat.
Yargı yalnızca adalet, toplumsal birlik, ceza ve disiplin gibi kavramların barındırması sebebiyle önemli bir unsur değil. Yargı işleyişi bakımından bir ölçme ve değerlendirme aparatıdır. Yargı, ölçme ve değerlendirme aparatı olması sebebiyle tanımlayıcı güce sahiptir, doğrudan dışlama ve gruba dahil etme özelliği gösterir; nesnelerin, durumların, insanların ve toplulukların ne mahiyette olduklarını tanımlar; hangi hareketlerin suç olduğunu, neyin özel neyin kamusal olduğunu işleyiş hâlindeyken tanımlar. En nihayetinde hapishaneler veya mala el koyma cezalarıyla insanları toplumdan ya da ekonomiden siler, görünmez kılar. Bu açıdan bakınca, yargıyı aparat olarak gören biri için yargı ve medya arasında doğrudan bir ilişki vardır. İkisi de siyasette boy gösteren ya da ekonomide boy gösteren (ki bu da siyasette boy göstermek anlamına gelir) insanların görünürlüğünü, yani toplumsal varlığını kontrol eder.
Aparatlar, dünyayı görme biçimimizi, onu yorumlama biçimimizi tamamen değiştiren gözlemleme ve gösterme araçlarıdır. Gözlemlenen nesne, gözlem aracı ve gözlemleyen kişi birbirleriyle sürekli etkileşim halindedirler. Aynı şekilde yargı da toplumda neyin suç olup olmadığını tanımlaması (yasa ve hukukun üstünlüğü) ve dahası bunu hangi bireyin toplumsal ve siyasal görünürlüğünü kısıtlayacağını (ya da tamamen ortadan kaldıracağını) tespit ederek yapar (hapishane/disiplin) fakat kendi anlamını yitirir. Yargı tamamen öznel bir araca dönüşür, bunu yaparken hem siyasetin yeni normunu belirler hem de tamamen iktidarın sopasına dönüşür. Lakin bu oldukça çelişkili bir süreçtir, yargının bir zümre tarafından iktidar aparatı olarak kullanılması aslında yargıya sürekli düzenlemeler ve desteklemeler yapılmasını gerektirir, çünkü bu sopayı kullanabilmek için bu sopanın ölçme, biçme ve değerlendirme yapabilmesi şarttır. Aparat, aparat olma özelliğini kaybederse bu sefer iktidarın da işine yaramaz.
İstisnaları Belirlemenin Yanlış Yorumlanması Üzerine
Siyasi analizlerde çokça yanlış anlaşıldığının aksine Carl Schmitt, istisnaları belirleyen bir egemenden değil, istisna hâline karar verebilen bir egemenden söz eder. Bu karar anı, hukukun askıya alındığı ve yeniden tanımlandığı noktadır, asıl egemenin hukuk olmadığını, hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekte işlemediğini, hukuk aparatının kısıtlı olduğunu ve kriz anında bir egemenin bunu kullanacağını gösterir (Schmitt 1922 [2005]). Schmitt der ki:
“Egemen istisna hâline karar verendir” (Souverän ist, wer überden Ausnahmezustand entscheidet). Bu, genellikle “istisnaları belirleyen egemen” şeklinde yanlış anlaşılır. Schmitt aslında “istisnayı belirleyen” bir öznenin var olduğunu değil, istisna hâline karar verme yetkisinin egemenliği kurduğunu söyler. Schmitt’e göre egemen, hukukun sınırında durur; hukuku askıya alarak hukuk adına karar verir. Dolayısıyla hukuk hiçbir zaman kendi kendini sürdüren bir normlar sistemi değildir; her zaman onun dışında, kriz anında devreye giren bir karar merciine dayanır.
Hukukun üstünlüğünü konuşan Weimar Cumhuriyeti ve liberal hukukçular ile hukuku tamamen aparat olarak kullananHitler Almanyası arasındaki farkı biraz da burada görür. En nihayetinde, pozitif hukuk adı verilen güncel hukuk anlayışının bir egemenin varlığı varsayımından neşet ettiğini hatırlatır. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü gerçek karşılığı olan bir şey değil, ideal bir söylem olarak kalır. Yargının henüzaraçsallaşmasını değil, yargının zaten bir aparat olduğunu ancak neyi gözlemlediğini ve hangi aparatlarla kısıtlandığını ya da desteklendiğini anlamamız gerekir.
Tayyip Erdoğan’ın istisnaları belirleyen egemen kavramını icra ettiğini 15 Temmuz hadisesinde düşünebiliriz. Lakin bu anlık, hadiseye bağlı, müstesna bir durumdur. Böyle bir yorum Erdoğan’ı pozitivist hukuk çerçevesinde hukukun kaynağı konumuna sokabilir ki bu da eleştirinin yerini meşrulaştırmaya bırakması anlamına gelir. Uluslararası Hukuk teorisyeni Anthony Anghie’nin anlattığı şekliyle egemenlik kavramı uluslararası hukuka sömürgelerin yönetilmesi maksadıyla girmişti; “egemen,” uluslararası hukukun içinde zaten var olan bir kavram değil, sömürge ilişkileri aracılığıyla üretilen bir ayrım biçimidir: kimlerin egemen, kimlerin yarı-egemen ya da egemen olmayan olduğuna karar vererek, hukukun kendisini kurar (2007). Bunun sebeplerinden birisi de hukukun bir egemen olmadan mevcut olamayacağı idi. Ortada bir egemenden (bu bir insan olmak zorunda değil) neşet etmeyen hukuka da hukuk denemezdi. Eğer bu eleştiri biçiminde Erdoğan’ı bu düzenin kaynağı olarak görüyorsak, bu doğru; ancak Erdoğan’ı hukukun kaynağı olarak görmek yerine onun nüfuzunu problematize etmek daha doğru olacaktır.
Tayyip Erdoğan hükümetinin yargıyı hiçbir zaman biraparattan farklı görmediğini düşünüyorum, hatta Mehmet Uçum’un metinlerini ve tweetlerini okuduğumda onun bu rolü daha da perçinlediğini düşünüyorum. Fahrettin Altun’un daha ağırlıklı olduğu dönemde hükümetin etkileşime girdiği ana aparat iletişimdi, geçtiğimiz Martayından beri de yargının iletişimleşerek sadece bürokrasi-yasa-mülkiyetle alakalı değil, toplumsal-siyasal bir aparat hâline geldiğini görüyoruz. Bu değişimi tespit etmenin yargının mahiyetini değiştirdiğini ve Erdoğan’ın kendivarlığını bir pozisyona dönüştürdüğünü anlamakta faydalı olduğunu düşünüyorum.
Formülleştirmek gerekirse:
Carl Schmitt: Hukuk, egemen karara bağlıdır. Hukuk normu kendi kendine yeterli değildir.
Anthony Anghie: Egemenlik, sömürgeci ilişkiler içinde kurulan bir hiyerarşi biçimidir. “Egemen” ve “egemen olmayan” ayrımı hukukun kurucu unsurudur.
Barad üzerinden benim sentezim: Dolayısıyla hukuk, her zaman bir aparat olarak işler, hem içte (Schmitt’teki kriz momenti) hem de dışta (Anghie’deki sömürge momenti) belirli bir iktidar biçimi üretir.
Son 20 yıldan günümüze doğru mülkiyetten, sınıftan, emekten ne anlaşılacağını düzenleyen yargı, bu konular üzerindeki tanım gücünü kaybetmişti. Yargının gücünü geri kazanması onun gözlemlediği sahayı değiştirerek, bir nevi iletişim aparatıyla destekleyerek gerçekleşti. Yargının aparatlaşması, bir savcının siyasal bir aktör hâline gelmesi, bu savcının rolünü hukukun değil, yargının kararlarının kıstas aldığı Erdoğan’ın belirlemesi Erdoğan’ı seçimlerden öte ve seçimlerden bağımsız olarak muktedir kılar. Egemenlik yasa tarafından belirlendiği ve yasal bir inşa olduğu için, asıl odak noktasını muktedire çevirmek gerektiği kanaatindeyim. Bir sonraki yazımda bunun Erdoğan’ın zihnindeki mülkiyet anlayışıyla ilişkisini yazacağım.
Kaynakça
Anghie, Antony. 2007. Imperialism, sovereignty and the making of international law. Vol. 37. Cambridge University Press.
Barad, Karen. 2007. "Meeting the universe halfway: Quantum physics and the entanglement of matter and meaning." Duke Up.
Chee, Liberty. 2022. "Being of Use: Diffraction and an Ethics of Truth-Telling in Post-Cartesian IR." Global Studies Quarterly 2 (3). https://doi.org/10.1093/isagsq/ksac049.
Schmitt, Carl. 1922 [2005]. Political theology: Four chapters on the concept of sovereignty. University of Chicago Press. 1922.
Zanotti, Laura. 2017. "Reorienting IR: Ontological Entanglement, Agency, and Ethics." International Studies Review 19 (3): 362-380. https://doi.org/10.1093/isr/viw044.


























Yorum Yazın