Geçenlerde, çalma listemde dolaşırken karşıma bir müzik çıktı.
Tanıdık olmayan ama garip biçimde sarsıcı bir tınısı vardı.
Bir koro, adeta gökleri yırtarcasına haykırıyordu: “Dies irae! Dies illa!”
Bilmediğim bir dildeydi — ama müzik, dilin ötesindeydi.
Kelimeleri anlamasam bile, hissettim: bu bir öfke, bir hesaplaşma, belki de bir yargı anıydı.
Sonra merak ettim.
Bu müzik neydi, kimindi, ne anlatıyordu?
Ve araştırdıkça karşıma çıkan hikâye, sadece bir dini ilahi değil, insanlığın en eski duası: adalet arayışı oldu.
“Dies Irae” (Latince “Öfke Günü”), 13. yüzyılda yaşamış bir Fransisken keşiş olan Thomas de Celano tarafından yazılmış.
Avrupa o dönemde karanlık bir çağdaydı: savaşlar, salgınlar, yoksulluk, kilisenin sorgulanmaz otoritesi…
Ve Celano, insanlara Tanrı’nın hüküm gününü hatırlatmak istemişti — o büyük adalet gününü.
Metin, şöyle başlar:
Dies irae, dies illa,
Solvet saeclum in favilla,
Teste David cum Sibylla.
Yani:
“O gün, öfke günüdür.
Dünya kül olup çözülecek.
Davud ve Sibyl tanıklık eder buna.”
Bu dizeler, sadece kıyameti değil, hakikatin tüm maskeleri yırtacağı günü anlatır.
Her şeyin sorgulanacağı, hiçbir yalanın gizlenemeyeceği, hiçbir gücün dokunulmaz olmadığı o gün.
Thomas de Celano için bu, Tanrı’nın adaletidir.
Ama aslında, zamansız bir vicdan yasasıdır.
Celano’nun bu üç satırında iki figür dikkat çeker: Davud ve Sibyl.
Peki kimdir bu Davud ve Sibyl. Davud, Eski Ahit’in peygamberi — adaletin sesi, Tanrı’nın yargısını ilan eden kral.
Sibyl ise Antik Yunan-Roma dünyasından, Tanrı’nın değil, insan bilincinin kehanetidir.
Birinin kökü dinde, diğerinin kökü mitolojidedir.
Celano bu iki ismi yan yana koyarken aslında şunu söyler:
Adalet, sadece inancın değil, insan aklının da gerçeğidir.
Bir kitapta yazılmış olması gerekmez.
Bir mahkeme kürsüsünde tecelli etmesi gerekmez.
Adalet, insanlığın ortak mirasıdır — Davud’un duasında da vardır, Sibyl’in sezgisinde de.
Ve bu nedenle, “Dies Irae” yalnızca bir Hristiyan duası değil, kültürler üstü bir vicdan metni haline gelir.
Bu, adaletin hem kutsal hem insani bir ihtiyaç olduğunu hatırlatır.
Aradan yüzyıllar geçti.
Ve 19. yüzyılda Giuseppe Verdi, bu ortaçağ metnini aldı — ateşle, gök gürültüsüyle yeniden yazdı.
Onun Requiem’indeki “Dies Irae” bölümü, sadece bir ilahi değil, neredeyse bir kıyamet sahnesidir.
Koro “Dies irae!” diye bağırır.
Timpani gök gürler, trombonlar çığlık atar, yaylılar yerden yükselen alev gibi.
İnsanlık korkuyla titreşir.
Ama bu korku Tanrı’dan değil — adaletten korkudur.
Çünkü artık hiçbir şey gizlenemez; her suç, her sessizlik, her ihanet görünür olmuştur.
Verdi’nin müziğinde yargıç Tanrı değil, vicdanın kendisidir.
Bir insanın, bir halkın, hatta bir çağın kendi suçlarıyla yüzleştiği andır bu.
Bu yüzden “Dies Irae”yi dinlemek, bazen tarih boyunca duyduğumuz tüm adalet çığlıklarını duymak gibidir.
Ne ilginçtir ki, “Dies Irae” sadece kiliselerde değil, modern dünyanın vicdan sahnelerinde de çalmaya devam etti.
Sinemada, belgesellerde, savaş sonrası anmalarda hep o yankı duyulur.
Çünkü bu müzik, dini bir dua olmaktan çok, insanlığın kendi kendine söylediği bir yemin gibidir:
“Hiçbir kötülük, hiçbir haksızlık sonsuza dek gizli kalmayacak.”
Verdi’nin müziği, Celano’nun sözleriyle birleştiğinde bize şunu hatırlatıyor:
Adalet, tarihin sabrıdır.
Adalet hem yazılı değilse manen, mahkemede değilse vicdanda, Tanrı’da değilse insanda arayışın parçası olmuştur.
“Dies Irae” kulağa korkunç geliyor: öfke, yıkım, kıyamet…
Ama belki de bu öfke, Tanrı’nın değil, insanlığın vicdan öfkesidir.
Yıkmak için değil, arındırmak için gelen bir fırtına.
Hakikati saklayan perdeleri kaldıran bir ses.
Bir anlamda, “öfke günü” aslında hakikatin doğum günüdür.
Belki de bu yüzden, o güçlü koro sesleri içimi ürpertirken aynı zamanda umut da veriyor.
Çünkü adaletin sesi, korkutucu olduğu kadar güzel de olabilir.
O ses bize, insanın tüm karanlığına rağmen hala bir ışık taşıdığını hatırlatıyor.
Ve belki bir gün, o ışık hepimizin yargısına değil, özgürlüğüne vesile olur.
“Dies Irae” bana bir kez daha şunu hatırlattı:
Adalet, ne sadece bir yasa maddesi ne de bir ilahi buyruktur.
Adalet, insanın kendi varoluşuyla birlikte doğan bir özlemdir.
Bin yıl önce yazılmış bir ilahi bile hala aynı şeyi söylüyor.



























Yorum Yazın