Gazetecilerin, televizyon kanalları, radyo istasyonları, internet haber platformları ve gazetelerin kendilerine özgü bir siyasi görüşü olabilir mi? Daha açık bir şekilde yeniden ifade edelim. Gazetecilerin hakikati belli bir dünya görüşü doğrultusunda aktarması makul ve etik midir? Bu soruyu hakkaniyetli bir şekilde yanıtlamak kolay değil. Çünkü her bir olaya tek tek bakmak, hangi meselenin nasıl haberleştirdiğine özenli notlar düşmek gerekir. Ancak gazetecileri tümüyle ideoloji dışı varlıklar gibi görmenin ve tarafsız gazeteciliği siyasi yorumdan bağımsız bir içerikle kodlanmanın bu etkinliğinin tarihi bakımından sıra dışı olduğu da unutulmamalıdır. Televizyonların, gazetelerin ve gazetecilerin şüphesiz ki meylettikleri akımlar olabilir. Atatürkçü bir gazeteci İslamcı bir başka haberciden farklı bir şekilde anlatabilir hakikati. Çok istisnai durumlar hariç, insanın olduğu her yerde hakikat çoğulcudur. Kitle iletişim araçlarında çoğulculuğunun korunması kaydıyla hayati aynı anda hem siyah ve hem de beyaz gibi anlatan farklı haber tasarımları birlikte var olabilir. Bu durumu makul ve aynı zamanda doğal görmek gerekir. Ancak Türkiye’de medyanın durumu bahsi geçen bu normalliğin çok ötesinde bir yere evirilmiş durumda.
Medyamızdaki temel sorun merkezileşme. Gazete ve televizyon sayısınca farklı fikir yok. Olguları yorumlayan sesler, çoğu kez, özellikle kriz anlarında kesinlikle iki sese indirgeniyor. Ya muhalefetin yanındasın ya da hükümetin. Ne ara bir yoruma ne de ılımlı bir söyleme yaşama şansı veriliyor. Mesela İmamoğlu’ya yapılan suçlamaların, CHP’li belediye başkanları hakkında açılan soruşturmaların Türkiye’de muhalefet yapılma koşullarını zora soktuğunu söyleyen organik bir aydın aynı anda savcılığının elindeki kanıtlara bakmak lazım diyemiyor. Keskin ya da katı olmak, sesini yükseltmek ve karşı tarafı dinlememek bu aralar çok popüler. Bu tutumu bazı temel basın yayın ilkelerini ihlal etmeden sürdürmek ise imkansız. Mesela çok saygın mecralar bile cevap hakkını kullandırmıyor. Haber yaparken tüm taraflara ulaşmıyor çoğu haberci. Ayrıca bir meseleyi soruştururken olası tüm iddiaları aynı anda analize dahil etmiyor basın yayın organları. Günün sonunda karşımızdaki manzara ise taraflı yayın yapmanın yanı sıra işini eksik yapmakla, özensizlik veya düpedüz kalitesizlikle ilgili bir soruna işaret ediyor.
İkinci mesele ise güç odaklarıyla ilgili. Kitle iletişim araçları ekonomik aktörler ve siyasi partiler karşısında özerklikleri kaybetmiş durumda. Basın ya bir siyasi partinin uzantısı ya da bir iş insanı çevresinin. Kapitalizm koşullarında başka bir olasılık mümkün mü diye sorulabilir. Ancak bizdeki durum olgunlaşmış bir liberal-kapitalist kamusal alanın çok gerisinde. Gazetecileri dinlerken söyledikleri şeye inandıkları için mi, yoksa arkalarındaki siyasi-ekonomik güç merkezleri öyle istediği için mi o konuşmaları yaptıklarını tam olarak anlayamıyorsunuz. Ortada çok açık bir mesafe sorunu var. Epey sayıda gazeteci siyasetçilere ve iş adamlarına çok yakınlar. Bu araçsal konum mesleği kirletiyor.
Son olarak ise sosyal medya-post truth koşullarına değinmek yerine olabilir. Hakikatin önemsizleştiği, olguların duygulara yenildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu düzen tabiatı gereği açıkça yalan haber üretme ve yayma, spekülatif haber, trol saldırıları ile itibar suikastlarının sayısını arttırmış durumda. Çok kolay bir şekilde yalan söyleyen bir kitle var karşımızda. Yalanı yakalanan aktör özür de dilemiyor. Kitlenin duymak istediği şey o yalan ise gerçeğe aykırı yorum ve sözde bilgilerin yayılmasını engellemek ise imkansız.
Sonuçta vardığımız yer bir bataklık. İnsanlar doğru bilgiye ulaşamıyor. Makul ve ölçülü bir değerlendirme düzeyi de sıklıkla göz ardı edilmekte. Gazeteciler ve yorumcuların trolleştiği akışkan ve yanıltıcı bir gerçeklik aktarımıyla karşı karşıyayız.

Yorum Yazın