Lozan Barış Antlaşması’nın üzerinden 102 yıl geçti. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk zemininde tanınmasını sağlayan bu antlaşma, yalnızca bir diplomatik başarı değil; aynı zamanda bir egemenlik manifestosu. Aradan geçen onca yıla rağmen, kamuoyunda yarattığı etki ve hafızadaki yeri hâlâ canlı. Zaman zaman spekülasyonlarla, zaman zaman tarihsel övgülerle anılsa da Lozan, modern Türkiye’nin siyasal ve hukuksal kuruluş sürecinin temel kilometre taşlarından biri olarak önemini korumaktadır.
Bu yazı, Lozan sürecini bir başka gözle, o masanın başındaki isim olan İsmet Paşa’nın kişisel notları üzerinden okumaya davet ediyor. Çünkü tarihin seyri kadar, onu taşıyan bedenin yükü ve hafızası da kıymetlidir.
Lozan’a Kim Gidecek?
Lozan Konferansı, öyle bir günde gidip imzalanan belgelerden oluşmuyor. Osmanlı Devleti ve Birinci Dünya Savaşı’nın doğu cephesiyle ilgili siyasi, askerî, ekonomik ve insani konuları kapsayan hayli kapsamlı bir antlaşma. İlk kriz daha davet aşamasında çıkıyor. Müttefik devletler 27 Ekim tarihli bir notayla görüşmelerin Lozan’da yapılmasına karar verdiklerini bildirirken, hem Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni hem de Osmanlı’dan kalan İstanbul Hükümeti’ni ayrı ayrı konferansa davet ederler.
Lozan’a her iki hükümetin de çağrılması, Türk halkının görüşmelerde kim tarafından temsil edileceği sorusunu gündeme getirir. Atatürk’ün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin halkın tek ve meşru temsilcisi olduğunu açıkça ilan etmesine rağmen, İstanbul hükümeti sadrazamı Tevfik Paşa bu tavrı yok sayarak konferansta izlenecek ortak ilkeleri belirten bir telgraf çeker ve İstanbul’daki yönetimi temsilen Ziya Paşa’nın Lozan’a gönderileceğini bildirir.
1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla İstanbul hükümeti devre dışı kalır. Şimdi mesele, Ankara’yı kimin temsil edeceğidir. Atatürk’ün aklındaki isim bellidir. Ancak İsmet Paşa bu görev için başlangıçta gönülsüzdür. Günlüklerinde, bu süreci şöyle aktarır:
“Konuştuğumuz zaman Atatürk, Lozan Konferansı için bana karşı daha ciddi tavır almaya başladı. ‘Lozan’a senin gitmen lazımdır,’ şeklinde konuştu. Cevap olarak ‘Hükümet var, Hariciye Vekili var, vazife onundur,’ dedim. ‘Hariciye Vekili de seni istiyor,’ dedi. Hakikaten konferansa gitmeye hiç niyetim yoktu. ‘Olmaz’ dedim, ‘istemiyorum’ dedim. Atatürk’le aramızdaki bu konuşmayı Karabekir Paşa’ya anlattım. Ben, hayretle: ‘Dün biz askerler gitmeyelim, karışmayalım diyordun. Şimdi uygun olacağı fikri nereden çıktı?’ diye sordum. Karabekir, sözlerime cevap olarak, ‘Ama mesele çok mühimdir,’ dedi. ‘Ben istemiyorum, karışmıyorum, ne haliniz varsa görün,’ tarzında konuşarak tamamiyle istiğna gösterdim. Artık hep beraber Ankara’ya dönmek zamanıydı. Atatürk bu sefer benimle ciddi olarak konuştu. Kesin vaziyet aldı. ‘Gideceksin, başka çaremiz yoktur, bu vazifeyi yapacaksın,’ dedi. Çaresiz kabul ettim.”
Atatürk, Nutuk’ta bu süreci şu sözlerle anlatır:
“İsmet Paşa’nın Heyet-i Murahhasa Reisi olması için daha evvel Hariciye Vekili olmasını münasip gördüm. Bunu temin için doğrudan doğruya Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’e hususi ve mahrem olarak yazdığım bir şifre telgrafnamede, kendisinin Hariciye Vekâleti’nden istifa etmesini ve yerine İsmet Paşa’nın intihabına bizzat delalet eylemesini rica ettim…”
Bu rica üzerine Yusuf Kemal Tengirşenk görevinden ayrılır. 26 Ekim 1922’de İsmet Paşa, 174 oydan 155’ini alarak Hariciye Vekili seçilir. Böylece Lozan barış görüşmelerini sürdürecek heyet, İsmet Paşa’nın başkanlığında yola çıkar.
Lozan Günleri, Lozan Günlükleri
Lozan Konferansı 20 Kasım 1922’de başlar. Görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesintiye uğrasa da, 23 Nisan’da yeniden başlar ve nihayet 24 Temmuz 1923’te antlaşma imzalanır. Süreç oldukça uzun ve çetrefillidir. Sinirler gerilir, restler çekilir, diplomatik kulisler yapılır. Heyetin kendi içinde yaptığı toplantılar, Ankara ile Lozan arasında gidip gelen telgraflar, metinlerin hazırlanması ve çevirileri zaman alır.
Günlük tutmasıyla bilinen İsmet İnönü’nün defterleri, konferansın ruhunu yakalamak açısından eşsizdir. İlk notunu 4 Aralık Pazartesi günü düşer. O günkü satırları tamamlanmış cümlelerden çok, hatırlatma başlıkları gibidir:
“Boğazlar meselesi. Muhtasar beyanatım. Curzon’un ısrarı. Sonra benim ile Curzon’un münakaşası.”
Bu parça yazım, İnönü’nün günlüklerine özgüdür. 1923 yılına ait notları, 5 Mart günü sonlanır. Notlar yeniden 1924 Temmuz’unda başlar. Bu tarihte Lozan artık imzalanmıştır.
Günlüklerden, müzakerelerin yalnızca toplantı salonlarında yapılmadığı; kişisel temasların, ikna çabalarının ve hatta gündelik sohbetlerin dahi müzakere sürecinin parçası olduğu anlaşılır. İnönü, 1 Ocak 1923 günü şöyle yazar:
“Ferid’in Kalozirya’da kabul ettiğini Bombard kabul etmemiş. Görüşmek istedim. Dağa çıkmış. (…) Petrol şirketi meselesini Reşit Saffet Bey de anlattı. (…) Gölde kürek çektik. Sabri Bey ile hesap yaptık. Kanunuevvel hesabım olarak 7400 küsur Frank param var. Buraya sarf olunmuş. 60.000 Frank bankaya verilecek. Ay nihayetine idare olunacak.”
4 Şubat 1923, tansiyonun en yüksek olduğu günlerden biridir. O gün müzakereler kesintiye uğrar. İnönü’nün o günkü satırları şöyle:
“Dörtte yattım, dokuzda kalktım. Akşam hazırladığımız beyanatın tercüme ve ihrazı ile dörde kadar çalıştık. Rıza Bey sabaha kadar çalıştı. Hasan hâlâ çalışıyor. Harapun geldi, cevap istedi. Geliyor dedim. Massigli geldi, mesail-i iktisadiyeyi ayırdığımızı istihbar ettiklerini, fikrimizi sual etti. Saat bir ile bir buçuk arasında cevabımızı üç reise gönderdim ve birini Child’e gönderdim. Akşama doğru içtimaya davet ettiler. Curzon yanında münakaşa. İki defa aynı salonda müzakere. (…) Mücadele, tehdit, mukabele. Ayrıldık.”
5 ve 6 Şubat günlerinde, İnönü’yü Lozan’dan ayrılmaması için ikna çabaları görülür. İsviçre’de kalması, müzakerelere devam etmesi yönünde baskılar artar. 7 Şubat Çarşamba günü, yurda dönmeden önce günlüğüne şunları yazar:
“Gece yarısı Naum Efendi Paris’ten geldi. Hariciyeden telkinat. Massigli ile görüştüm. Gitmeyeyim ve muayyen şeyler yazayım diye ısrar ediyor. Emr-i vaki yapmak istiyorlar. Hareket mecburiyetini ifade ettim. Gazetecilere bizzat beyanatta bulundum. Umumi endişe: Ankara’ya gidersem her şeyi değiştireceğiz. Saat altı buçuk. Hareket.”
Sessiz Satırlar, Derin İzler
Konunun buradan sonrası malum. Ankara’ya döner ve her şeyi değiştirir. İnönü’nün günlüklerinde kişisel hiçbir bilgiye rastlanmaz. Bütün dikkati, vatan meselesi üzerinedir. Oysa o günlerde otuz sekiz, otuz dokuz yaşlarında genç bir babadır. Bir yaşındaki oğlunu geride bırakmıştır. Görevin ağırlığı, kişisel duygularına yer bırakmaz.
Gelin şimdi birlikte İnönü’nün günlüklerinde birkaç sayfa geriye, baba olduğu güne dönelim. Yazıyı, onu kendi sesiyle ve o çok sade, çok insani kayıtla bitirelim:
7 Aralık 1921, Pazar
“Zevali saat altıda, sabah namazı vaktinden evvel Mevhibe uyandırdı. Dedi ki işaret gelmiş. Beli şiddetle ağrıyor. Aşağıdan ebeye haber göndermişler. Yatmaya çalıştık. Uyuyamadık, kalktık. Kırmızı odaya gittik. Namazımı kıldım. Ağrı devam ediyor. Tevellüde Seyfi Bey gelecekti. Onu bekledim öğleye kadar. (…) Beraber Şehzadebaşı’na çıktık. Yemeğe geldim. Saat: 1. Ağrı şiddetli. Çok mustarip oluyor. Doktor Burhanettin Bey gelmiş. Daha vakit var. Belki 24 saat sürecek. Çok mustarip. Gittim. Daireye gittim. Saat 5’e gelmeden geldim. Oğlum olmuş. Ne güzel oğlum…”

Yorum Yazın