Kentte bazı mekânlar vardır; ışıkları bol, kapıları seçici, içeri girmek zor ama orada bulunmak arzu edilir. Bu mekânlar yalnızca eğlence alanları değildir; statü üretir, aidiyet hissi verir, “merkezde olma” duygusu yaratır. İnsanlar bu alanlara ulaşmak ister, çünkü orada görünmenin bir karşılığı olduğuna inanır. Oysa kentte en az konuşulan gerçeklerden biri şudur: Popüler olan, çoğu zaman en az sorgulanan olandır. Ve en çok gizlenenler, genellikle en parlak vitrinlerin arkasında durur.
Popüler mekânlar kentin kendine anlattığı hikâyenin parçasıdır. Temiz, güvenli, düzenli, kontrol altında… Bu alanlar, şehrin dışarıya sunduğu yüzdür. Turistik broşürlerde, yatırım dosyalarında, sosyal medya paylaşımlarında, kentsel anlatılarda hep bu mekânlar vardır. Bu yüzden bu alanlarda olan biten çoğu zaman bir suç olarak değil, bir “rahatsızlık ihtimali” olarak ele alınır. Çünkü mesele yalnızca hukuki değildir; temsildir. Kent, suçla değil, suçun görünmesiyle mücadele eder.
Uyuşturucu gözaltıları bu temsil meselesini en çıplak hâliyle açığa çıkarır. Aynı madde, aynı kullanım, aynı dağıtım ilişkileri… Ama farklı mekânlarda tamamen farklı anlamlar kazanır. Bir mahallede sert operasyon yapılır, diğerinde sessizlik tercih edilir. Bir sokakta gözaltı görüntüleri servis edilir, başka bir kapının önünde “olay büyümesin” denir. Çünkü kent, kendi vitrinine zarar gelmesini istemez. Popüler mekânlar yalnızca ekonomik olarak değil, sembolik olarak da korunur.
Bu noktada devletin rolü görünür hâle gelir. Devlet, her yerde aynı biçimde var olmaz. Bazı mekânlarda serttir, görünürdür, müdahalecidir; bazı mekânlarda ise geri çekilir, sessizleşir, bekler. Bu bir zafiyet değil, bilinçli bir tercihtir. Gücün nerede gösterileceği, nerede gizleneceği siyasidir. Popüler mekânlarda devlet çoğu zaman görünmez olmayı seçer. Çünkü oraya yapılacak her müdahale, yalnızca bir suçla değil, kent imajıyla karşı karşıya gelmek demektir.
Bu tercih doğrudan sermayeyle bağlantılıdır. Popüler mekânlar eğlence ekonomisinin, turizmin, gece hayatının, yatırım akışının merkezleridir. Para burada dolaşır, prestij burada üretilir, vitrin burada kurulur. Bu alanlara yapılacak her sert müdahale, ekonomik dengeleri sarsar. Bu yüzden suç burada çözülmez; ertelenir, bastırılır, görünmezleştirilir. Kent, suçla değil; parayla kurduğu ilişkiyi korur.
Bu koruma açık emirlerle işlemez. Kimse “buraya dokunmayın” demez. Ama herkes bilir. Kolluk da bilir, yerel yönetim de bilir, işletmeci de bilir, medya da bilir. Mekânın itibarı, hukukun sınırını fiilen çizer. Arka sokaklarda adalet sertleşir, merkezde yumuşar. Çünkü merkez bozulursa, yalnızca bir mekân değil, bütün bir anlatı çöker.
Medya bu anlatının en önemli taşıyıcısıdır. Hangi gözaltıların görüntüleneceği, hangilerinin haber yapılacağı, hangi mekânların adının geçeceği, hangilerinin özenle anılmayacağı tesadüf değildir. Arka sokaklar haber olur, popüler mekânlar “olay yeri” olmaktan çıkarılır. Suç görünür kılınırken, mekân titizlikle seçilir. Böylece suçun adresi belirlenir, vitrin korunur. Medya, suçun kendisini değil, nerede görünmesine izin verildiğini yönetir.
Bu noktada toplum da sürecin dışında değildir. İnsanlar gitmek istedikleri, hayranlık duydukları, kendilerini ait hissetmek istedikleri mekânların karanlık yüzünü görmek istemez. Çünkü görmek, sorumluluk getirir. Oysa vitrin konforludur. “Orada olmaz” duygusu, kenti vicdanen temize çıkarır. Böylece sessizlik yalnızca yukarıdan dayatılmaz; aşağıdan da taşınır. Sessizlik, toplumsal bir mutabakata dönüşür.
Adalet de bu mutabakatın içinde mekânsallaşır. Aynı suç, farklı mahallelerde farklı muamele görür. Arka sokakta suç “temizlenir”, merkezde “denge” korunur. Arka sokakta müdahale görünürdür, merkezde müdahale sessizdir. Böylece adalet evrensel bir ilke olmaktan çıkar, seçici bir pratiğe dönüşür. Kent, kimi koruduğunu, kimi feda ettiğini bu sessizlikle açık eder.
Bu seçicilik sorunu çözmez; yalnızca yer değiştirir. Görünmeyen suç yok olmaz, başka alanlara yayılır. Popüler mekânların korunması, kentin bütününe yayılan bir kırılganlık üretir. Çünkü gerçek bastırıldıkça, kontrol yanılsaması büyür. Kent kendini güvende sanır ama aslında yalnızca gerçeği ertelemiştir.
Uyuşturucu gözaltılarını bu yüzden yalnızca güvenlik politikası olarak okumak eksiktir. Asıl mesele şudur: Kent, hangi mekânlarda gerçeği görmeye tahammül edemiyor? Hangi alanlar dokunulmaz kabul ediliyor? Hangi kapılar sürekli kapalı tutuluyor? Ve bu sessizlik kimlerin hayatı pahasına sürdürülüyor?
Vitrin, kentin kendini sakladığı yerdir. Orada her şey düzenlidir; ama bu düzen gerçeğin üzerini örter. Popüler mekânların sessizliği, arka sokakların gürültüsüyle dengelenir. Böylece suç belirli alanlara hapsedilir, merkez korunur, hikâye bozulmaz. Kent, gerçeği dönüştürmek yerine onu yönetmeyi seçer.
Ama hiçbir vitrin sonsuza kadar dayanmaz. Cam çatlar. Işık arka tarafa sızar. Ve o an kent şunu fark eder: En güvenli sandığı yerler, en çok sorgulanması gereken yerlerdir. Çünkü kentte hiçbir şey özellikle de suç göründüğü gibi değildir.
Ve belki de en rahatsız edici gerçek şudur: Kent, suçu yok etmekte değil; nerede görünmesine izin vereceğini seçmekte ustalaşmıştır. Bu seçim ne tesadüftür ne de masum. Işığın altında korunan vitrinler, karanlığa itilen sokaklar, görünmez kılınan ilişkiler ve sessizliğe razı edilen hayatlar arasında kurulan bu denge, bir güvenlik politikası değil, bir iktidar estetiğidir. Kent kendini böyle anlatır, böyle saklar, böyle yönetir. Ve biz, o vitrinin önünde durup hayranlıkla bakmayı sürdürdükçe, arkasında olan biten yalnızca derinleşir.



























Yorum Yazın