1300’lerin başında sürgünde yazılan İlahi Komedya, yozlaşmış güç yapılarına karşı edebiyatla kurulmuş bir vicdan eleştirisiydi. Bugün Türkiye’de bir Dante yaşasaydı, hangi katmanlarda kimleri anlatırdı?
“Hayat yolunun yarısında,
kendimi karanlık bir ormanda buldum,
çünkü doğru yol yitmişti artık.”
Dante, Cehennem, 1. Kanto
Dante Alighieri, İlahi Komedya’yı 1308 ile 1321 yılları arasında kaleme aldı.
Avrupa’nın feodal yapılarla parçalandığı, siyasal entrikaların gündelik hayatı belirlediği ve Katolik kilisesinin mutlak bir otorite kurduğu bir dönemde, doğduğu kent Floransa’dan sürgün edilmişti. Bu büyük eseri, siyasi dışlanmışlığın, toplumsal yozlaşmanın ve kişisel yalnızlığın gölgesinde yazdı.
Cehennem, Araf ve Cennet olarak üç bölümden oluşan eserde Dante, kendi manevi yolculuğunu anlatırken, aynı zamanda dönemin toplumunu, siyasetçilerini, din adamlarını ve kanaat önderlerini edebi bir dille sorgular. Öyle ki her bir katman, bireyin etik sınavlarla yüzleştiği bir aynaya dönüşür.
İlahi Komedya’nın İtalyanca kaleme alınmış olması, eseri yalnızca içerik bakımından değil, dilsel tercihiyle de dönemin entelektüel normlarına karşı konumlandırır. Dante, Latince yerine halkın konuştuğu dili seçerek metni, kilise ve aristokrasiye özgü dar kültürel çevrelerin dışına taşımış; böylelikle daha geniş bir toplumsal tabana seslenmeyi mümkün kılmıştır. İlahi Komedya kendi çağında hem estetik hem de düşünsel düzlemde güçlü etkiler yaratmıştır: Kimilerince yüksek bir edebi başarı ve ahlaki cesaret örneği olarak övülürken, kimilerince ise mevcut güç yapılarını sorgulayan içeriği nedeniyle rahatsız edici bulunur. Zira Dante’nin metni, yalnızca bireysel bir arayışın değil, aynı zamanda kurumsallaşmış otoritenin eleştirel bir çözümlemesidir.
Bugün, yedi yüzyıl sonra, Dante’nin tuttuğu aynayı Türkiye toplumuna yöneltmeyi denesek nasıl bir manzara ile karşılaşırdık? Eğer Dante bugünün Türkiye’sinde yaşasaydı, kendi “karanlık ormanını” nasıl tanımlar, hangi ahlaki sapmaları cehennemin katmanlarına yerleştirir, hangi belirsizlik hâllerini Araf’ta beklemeye bırakırdı? Gelin bu sorular üzerine beraberce düşünelim.
Türkiye’nin Cehennemi: Katman Katman Zaaf
Dante’nin Cehennem tasviri, günahların ağırlığına göre sıralanmış katmanlarla doludur. Her bir kat, insani bir zaafın yankılandığı, hakikatin şekil değiştirdiği, vicdanla yüzleşmenin kaçınılmaz hâle geldiği bir yerdir. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin bugünkü toplumsal manzarası da benzer bir zihinsel haritaya pekala dönüşebilir. Dante’nin Cehennem’ini gezerken kendinizi tam ortasında bulacaksınız.
1. Kat: Gerçeği Bozanlar
“Çünkü hiçbir cezaya layık değildir yeryüzünde,
barışı bozanlar kadar.”
Cehennem, XXVIII
Hakikatle kurulan ilişkinin zedelendiği bir çağda, bilgiye ulaşmak artık teknik bir beceri değil, etik bir sınav hâline gelir.
Kasıtlı biçimde çarpıtılan veriler, seçici bir biçimde sunulan gündemler ve denetimden uzak mecralarda dolaşıma sokulan manipülasyonlar, kamuoyunun gerçeklik algısını sistemli bir şekilde zayıflatır. Bu katmanda yer alanlar yalnızca yanlış bilgi üretenler değil; aynı zamanda bu bilgiyi süsleyip bağlamından kopararak ya da görmezden gelerek çoğaltanlardır.
Bu kişiler, çoğu zaman gerçeği bütünüyle gizlemektense, onu parçalara ayırarak etkisizleştirirler. “Tarafsızlık” ya da “denge” adına her türden söylemi eşitleyenler, böylece hakikatin altını boşaltır. Burada “gerçek”, bir değer olmaktan çıkar. Onun yerine “inandırıcı olanın” ya da “gerekenin” geçmesi istenir.
Bugünün Türkiye’sinde bu katmanda, yalnızca kasıtlı olarak yanlış bilgi yayan bireyler değil; sistematik biçimde gerçeği çarpıtan yapılar da yer alır.
Sosyal medyada dezenformasyon üreten hesaplar, bağımsızlık iddiasıyla manipülasyon yapan bazı medya organları, kamuoyunu yönlendirmek amacıyla eksik ya da çarpıtılmış bilgi sunan siyasi aktörler ve kriz anlarında gerçekleri gizlemeyi tercih eden kurumlar bu çarpık aynanın bir parçasıdır. Burada yalnızca bilgi değil; bilgiye duyulan güven de aşındırılır.
Hakikatin zedelendiği bir toplumda güveni yeniden inşa etmek, en zorlu ve uzun soluklu mücadelelerden biridir.
2. Kat: Adaleti Eğip Bükenler
“Orada göz boyayanlar, kandıranlar,
adaleti sözcüklerle çarpıtanlar vardı.”
Cehennem, XVIII
Adalet yalnızca verdiği kararla değil; süreciyle, niyetiyle ve taşıdığı vicdanla anlam da kazanır.
Dante’nin Cehennemi’nin bu katmanında kararların ruhu değil, rotası belirleyici hale gelir. Zira yasaları yorumlayanlar, delilleri değerlendirenler, cezaları belirleyenler çoğu zaman adaletin terazisini değil, siyasal gündemin pusulasını esas alır. Terazinin bir kefesinde hukukun dili, diğer kefesinde ise sessizlik vardır. Bu sessizlik, bazen bir talimattan, bazen korkudan, bazen de konforlu bir seyirciliğin alışkanlığından beslenir.
Bu katmandakiler, yalnızca bir hakkı çarpıtmaz; toplumun adalete olan inancını, en temel güven duygusunu da örselerler.
3. Kat: İnancı Araçsallaştıranlar
“Ah, Tanrı’nın kilisesi, altınla ne zaman evlendin sen?”
Cehennem, XIX
İnanç, insanın anlam arayışında kurduğu en derin bağlardan biridir; varoluşu anlamlandırma çabasında sığınılan bir iç denge, bir vicdan kaynağıdır. Ne var ki, bu katmanda, o bağ artık bir içsel yolculuk değil; hizaya sokmanın, ayrıştırmanın ve itaat üretmenin aracı hâline gelmiştir.
Toplumun güven duygusunu beslemesi gereken inanç sistemi, kimi zaman bireysel ya da kolektif çıkar hesaplarının içine çekilerek işlevini yitirir.
Burada inanç, bir sığınak değil; bir sopa gibi kullanılır. Kavramların içi boşalır, ritüeller biçimsel bir gösteriye dönüşür. Bu kurguda dualar artık ilahi bir yankı için değil, gösteriyi meşrulaştırmak için edilir. Ne var ki bu girişim semaya değil, boşluğa çarpar.
4. Kat: Kadına, Çocuğa, Doğaya Şiddet Uygulayanlar
“İnsanlara, Tanrı’ya, doğaya karşı
şiddet kullananları burada görürsün.”
Cehennem, XII
Toplumun vicdanını ayakta tutan en temel değerler; şefkat, koruma ve saygı ilkeleri, bu katmanda sistemli biçimde ihlal edilmiştir.
Kadına yönelen fiziksel, psikolojik ya da sembolik şiddet; çocuğun varoluşunu tehdit eden güvensiz yapılar; doğanın göz göre göre yok edilişi…
Bunların her biri yalnızca bireysel bir suç değil, ortak geleceğe açılan büyük bir ihanetlerdir.
Bu katmanda, yaşamın kutsallığı her gün biraz daha aşınır. Cehennem’in diğer katmanlarında olduğu gibi, burada da çığlıklar yalnızca acıyı değil, susturulmuşluğu da dile getirir.
Bastırılan her ses, yok sayılan her yara, yankılandıkça büyür ve bunlar karşısındaki sessizlik, bir suç ortaklığına dönüşür.
5. Kat: Liyakati Hiçe Sayanlar
“Ne övgüye değer bir hayat yaşadılar,
ne de unutulmayı hak ettiler;
gölge gibi geçenler onlar.”
Cehennem, III
Bu katmanda, değerin ölçüsü bilgi ya da yetkinlik değil; sadakat ve itaattir. Liyakat, yavaş yavaş sistemden silinmiş; yerini, sadakat zincirleriyle birbirine bağlanmış güç ağları almıştır.
Kararların ardında akıl değil; yakınlık, hesap değil; itaat vardır. Deneyim küçümsenir, sorgulama cezalandırılır, ehil olan değil, el kaldıran ödüllendirilir.
Bu düzen içinde, sorumluluk makamları yavaşça birer boşluğa dönüşür. Çünkü kimliğini liyakatle değil, onayla inşa edenler, eninde sonunda yalnızca bir gölgeye dönüşür.
Araf: Ne Suçlu Ne Aklanmış
“Bu dağda yükseliriz arınmak için;
çünkü burada arzu hâlâ gökyüzüne bakar.”
Araf, I
Dante’ye göre Araf, günahkâr olmayan ama henüz arınmamış ruhların beklediği bir geçiş alanıdır. Ne cehennemin karanlığına, ne de cennetin huzuruna sahiptir. Bekleyişle örülüdür.
Bugünün Türkiye’sinde bu “ara” hâl, diğer katmanlar gibi fazlasıyla tanıdık.
Burada, herhangi bir yargı kararı olmadan ihraç edilenler var.
Yalnızca bir listeye dahil edildikleri için mesleklerinden, yaşamlarından, toplumsal konumlarından koparılan insanlar var.
Seçilmiş ama görevden alınmış belediye başkanları, bürokratlar var. Sandıkla gelenler, halkın iradesini temsil edenler; bir sabah ansızın gözaltı haberlerini duyup henüz başlanmamış ya da tamamlanmamış yargıyla, cezanın kararın önüne geçtiği, hücrelerine halkın büyük bir kesiminin vicdan yüküyle girenler var.
Araf, görevlerinden el çektirilen bu isimlerin, halkla aralarına duvar örülenlerin, hukukun boşluğunda askıya alınan iradenin mekânıdır.
Bir başka kalabalık daha var burada:
Ne açıkça destekleyen, ne de cesaretle karşı çıkanlar. Kararsızlıkla değil, korkuyla susanlar. Yaşananları onaylamasalar da itiraz etmeyenler.
Bekleyenler ve susanlar.
İşte Araf, bu bekleyişin adıdır.
Bir türlü gelmeyen kararların, açıklanmayan nedenlerin, bitmeyen soruşturmaların alanı. Bitin bunlara ek olarak, belki de en çok, korkunun rutine dönüştüğü bir toplumda, başına henüz bir şey gelmemiş olanların hâlidir Araf.
Peki Ya Rehberimiz Kim?
“Sen benim efendimsin, sen benim yazarım,
senden öğrendim güzel üslubun yolunu.”
Cehennem, I
Dante, cehennem yolculuğunda yalnız değildi.
Onu Roma’lı şair Vergilius yönlendiriyordu: Aklın, vicdanın ve şiirin simgesiydi. Zifiri karanlıkta bile yönünü tayin etmesini sağlayan pusula, onun rehberliğiydi.
Peki biz, bugünün Türkiye’sinde kendi karanlığımızın içinden geçerken, yolumuzu kime soracağız? Kim olurdu bizim Vergilius’umuz?
Belki tutuklu bir belediye başkanı.
Seçilmiş ama görevden alınmış, halkın oyuyla gelmiş ama iradesi gasp edilmiş bir siyasetçi.
Ya da özgürlük talep ettiği için aylarca cezaevinde tutulmuş bir gazeteci.
Hak, hukuk, adalet aradığı barışçıl bir gösteriye katıldığı için yargılanan bir mimar, bir doktor, bir yurttaş.
Devlet kadrolarında liyakati savunduğu için susturulmuş bir bürokrat.
Yaşamını kamusal sorumluluğa adamış, ama görevden alınmış bir yerel yönetici.
Belki de yalnızca sosyal medyada bir cümle kurduğu için hedef gösterilen sıradan biri.
Bugün rehberlik, çoğu zaman kürsülerden değil; susturulmuşluğun içinden, bastırılmış cümlelerin arasından geliyor. Çünkü yön tayini artık kalabalıkla değil, sadece ve sadece vicdanla mümkün. Ve bu vicdan, sesini her ne kadar kısık çıkarsa da, hâlâ duyulmayı beklemekte.
Belki de tam bu yüzden, Araf’ta bekleyenlerden biri, bugün susturulmuş, dışlanmış, askıya alınmış biri, yarının kapısını aralayabilir.
Cennetin kapıları, bazen uzun suskunluğun ardından konuşanların eliyle açılır.

Yorum Yazın