İş, kadın cinayetleri, şiddet olayları, zehirlenme vakaları … Rutinleşmiş günlük vakaların içinde Almanya’dan İstanbul’a tatile gelen bir ailenin zehirlenerek bir anda yok olması yürekleri yakan bir çığlık gibi oldu. Felaketle ülkenin gündemi sarsıldı.
Bu ülkede bu “caniler” hiç de suçlarının bilincinde olan, taammüden bu kötülükleri yapan, cinayetler işleyen türden kişiler değil. Hatta tam tersine. İşlerini yapıyorlar. Failler ne yaptıklarını, yaptıklarının ne anlama geldiğini bilmiyorlar. Felaketler gerçekleştikten sonra suçlular aranıyor.
Yaşadıklarımız başka yerlerde görülmeyen türden.
İlaçlama firması, merdiven altı bir firmaymış. Yıllar önce oturduğum semtte, Cihangir’de bir bebek arabasına yüklediği “böcek ilaçları”yla dolaşan seyyar satıcıyı hatırlıyorum. Zehir satan esnafı başka semtlerde de gördüğümü hatırlıyorum. İhtiyaçlarına göre apartman sakinleri ondan küçük pet şişelere konmuş zehirleri alırlardı. Zaman zaman da apartman yöneticisi arar, bütün dairelerde böcek ilaçlaması yaptıracağını söylerdi. O pet şişeler mutfaklarda saklanırdı. İlaçlama işinin yaşadığım apartmanda yapılmasını engelleyemezdim ama çeşitli bahaneler uydurarak kendi yaşam alanıma sokmazdım. (Ama bir gün su içtiğimi zannederek deprem sonrası çalışmalarımızı sürdürdüğümüz ortak alanımızdaki bir pet şişeyi ağzıma dikivermiştim. Aceleyle kusturdular ve kurtuldum.)
Böcekler mi zararlı, yoksa bu zehirli kimyasallar mı?
Müşterek alanlarda ne oluyor? Belli ki otele hizmet veren “firma” müşterisine maksimum yarar sağlamak için gayret etmiş. Öyle ya ilaçlamadan sonra hala bir tane bile karafatma görürseniz, müşteri memnuniyeti bir anda sıfıra inecektir. Bu yüzden işini temiz yapmaya çalışmış. Tıpkı deterjanları bol bol akıtan temizlik görevlileri gibi.
Suçlu ararken sistemin nasıl işlediği görünmez kılınıyor.
Öncesinde içimizdeki “caniler” son derece masumlar. Şantiyede kalıbın içine sulu betonu dökerken kolon diplerinde –yani en dirençli olması gereken yerde-agrega ile çimentonun ayrıştığını fark etmeyen, ya da o saatte işyerinde olmayan kontrol mühendisi örneğin. Bir “cani” olduğu ancak bina çöktükten sonra belkianlaşılma ihtimali var .
Failler arasında “böyle bir şey olacağına keşke benim başıma gelseydi” diye acı çekenler olabiliyor. Ailesi daha iyi koşullarda yaşasın diyerek iki katlı evini yıktırıp beş katlı diktiren, ancak o saatte işte olduğu için 12 Kasım 1999 tarihinde hayatta kalan tanıdığım kişi mesela. Ona hiç kimse buradaki zeminin beş katlı binayı taşımayacağını söylememişti.
Bugün hala dere yataklarına imar izni veren kamu görevlileri, şehir plancıları mesela. Felaket olmadığı sürece kimse onların birer “cani” oldukların bilmiyor.
Kartalkaya’daki otelde merdiven bölümünü şömine bacası haline getiren, yangın kaçış koridorları oluşturmayan mimar mesela. “Şale tipi” lüks otelinçatısının bir kayak oteli için daha güzel olabileceğini düşünen mal sahibine kendisini beğendirmeyi amaçlıyor ya da bizzat aldığı direktifleri uyguluyor olabilir.
Felaket gerçekleşmeden bir “cani” olduğunu fark edebiliyor mu, bu kişi? Ya da oteli denetlemekten sorumlu görevliler?
Şimdi şöyle bir düşünelim: Tarımda “ilaçlama” denilen operasyonlar çoğu zaman zehirli kimyasalların kullanılması anlamına geliyor. Bunların uzmanların gözetimi altında kontrollü kullanımları ile sınırlandırıldığı varsayılıyor.
Otelde görülen karafatmalara karşı “görevini layıkıyla yapmayı amaçlayan” bir firmanın ya da kişinin “ilaçlama” esnasında “bu işlemden sonra tek bir böcek dahi görülmesin yoksa hizmetimi yerine getirmemiş sayılırım” kaygısıyla hareket ettiğini ve kapıları, pencereleri bantlayarak havalandırmayı ihmal ettiğini ya da bu zehirli kimyasalları bolca kullanıldığını? Bir tarımsal üretim ya da depolama sırasında bu zehirlerin daha etkili olması için gereğinden fazla tüketildiğini?
Bunlar cinayet işlemek amacıyla gerçekleştirilen değil, işin gereği olarak gerçekleştirilen gayet “masum” olarak nitelenebilecek işlemler olarak görülüyor.
Sıklıkla tanık olduğumuz müşterek alanlardaki işlemler: Güya yağmur sularını toplamak için yapıldiği varsayılan ama içine atıksuların da karıştığı çarşı içindeki kanallara dökülen ve burnumuzu yakan kimyasallar? Bu işlemler hiç şüphesiz pis kokuları engellemek ya da kötücül bulaşıcı hastalıkları engellemek için yapılıyor. Ama onların döküldüğü alıcı ortamlardaki diğer canlılara ne oluyor? Balıkları, deniz canlılarını yediğimizde aynı zamanda bu zehirli maddeleri de içimize almış olmuyor muyuz?
Kepekli ekmekleri, diyetlerde tavsiye edilen ezilmiş kabuklu tahılları iştahla yerken ve sağlığımızı koruduğumuzu zannederken dış yüzeylerindeki zehirleri de yuttuğumuzun farkında mıyız? Plastik ambalajlar içindeki ilaçları, hazır yiyecekleri kullanıp, daha sağlıklı olduğumuzu zannederken ürettiğimiz atıkların dönüp dolaşıp aynı şekilde vücumuzda birikmesini nasıl bu kadar kolay ihmal edilecek bir konu olarak görebiliriz?
Vücumuza aniden veya yavaşça nüfus eden zehirler, belki yıllar sonra hastalıklarla farkına vardığımız kimyasallar, kimi zaman radyasyon etkileri, beynimize dahi bir çay kaşığı büyüklüğünde yerleşen mikroplastikler… Bunlar “çevre” dediğimiz kavramın bizim dışımızda bir şey olmadığını, içimize ve bedenimize nüfuz ettiğini, insanın da ona dahil olduğunu göstermiyorlar mı?
Günümüzde kirlenme, iklim krizi, afetler travmatik -ya da hesaba katmadığımız şekillerde- dışımızda kalanlar zannetiklerimizin farkına varmamızı sağlıyor.
Kamu yönetimleri daima “siz farkına bile varmadan” sorunları çözme gayretindeler ya da öyle yaptıklarını zannediyorlar. Ama açıkça söylemek gerekirse ne yaptıklarını kendileri de bilmiyorlar. Umursamaz bir şekilde çöpe attığımız plastikleri, zehirlenmiş atıksularıyönetimler geri kazandıklarını iddia ediyorlar. Her yıl binlerce insanın ölümüne yol açan şehrin üzerindeki zehirli havayı kimse sorgulayamıyor.
Bir taraftan çevrenin korunmasından, iklim krizinden söz ederek “yıldızlaşan” bireylerin kendi ağırlıklarının onlarca katı, tonlarca fosil yakıt tüketerek bir konferanstan diğerine koşmaları acaip bir paradoks oluşturmuyor mu?
Cani olduğumun ne ben farkındayım ne başkalarıfarkında…
Felaketlerden sonra ortaya çıkıyor “cani” oldukları. Tıpkı hayaletler gibi dolaşıyorlar aramızda ve ancak felaketlerde onların yüzlerini görür gibi oluyoruz. Çoluk çocuk, ailelerin canına kıyacak canilerle, seri katillerle birlikte yakın dostlar gibi yaşıyoruz ama işin tuhafı bunu ne kendileri, ne de başkaları biliyor.
Kimi düşünürler günümüzde doğa ile aramızdaki bu yaratılan mesafenin tamamen “ideolojik bir kurgu” olduğunu iddia ediyorlar. Felaketlerle karşımızda beliren semptomlar gerçeğin kendisine dönüşüyor ve arkasındaki işleyişi gizliyor. Suçlular aranıyor, sorun teşhis ediliyor ya da biliniyormuş gibi yapılıyor.
Bu gerçeklerle yüzleşmeyi engelliyor, topluluklar travmalarla uyuşturuluyor.
Gerçeklerle neyin bastırıldığı görünmez kılınıyor.
Suçlu ararken sistemin nasıl işlediği gizleniyor.




























Yorum Yazın