Herkes istediği şekilde burada ibadet edebilir. Bir ören yerindeki, bir arkeolojik alandaki bir anıt yapının günümüzde -resmi olarak- camiye dönüştürülmesi ise zannedersem üzerinde düşünülmesi gereken bir tuhaflık. Ayrıca bir Roma tapınağı da, bir kilise de, herhangi bir mekan da ihtiyaç duyulduğunda cami olarak kullanılabilir. Devlet gücüyle bir yerin anlamını, adını askıya alma girişimi ise başka bir şey.
Ani önemli bir Ortaçağ şehri.
Ermeni Krallığı'nın başkenti, tıpkı bölgedeki yönetim başkentleri ve büyük ticaret şehirleri gibi çok farklı inanışlara sahip insanlara da kucak açmış, önemli bir kültürel merkez halini almış. Bu önemli şehir yaşanan deprem felaketi nedeniyle 15. yüzyıla doğru terk edilmiş.
Meryem Ana’ya ithaf edilen Ani Katedrali’nin temeli 10. yüzyılda atılmış.
Ayasofya’nın kubbesini onarmak üzere İstanbul’a davet edilen Anili ünlü mimar Trdat tarafından inşa edilen anıtyapı Ortaçağ (Gotik) mimarisinin öncü eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Şehir depremler nedeniyle terk edilmiş olmasına rağmen Ani Katedrali’nin bin sene boyunca tek başına ayakta kalmış olması bile kendi başına onun eşsiz bir insanlık mirası, mimarlık ve mühendislik eseri olarak görülmesi için önemli bir neden.
Bu eşsiz anıtyapı mimari özellikleri nedeniyle 2016 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Yıkıntılar halindeki bir şehrin içinde ayakta kalmış olan bu katedral günümüzde çok sayıda bilim insanlarının, mimarlık tarihçilerinin ve elbette ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.
Bu ilgi karşılıksız kalmamış. Günümüzde Dünya Anıtlar Fonu (WMF) ve STK’ların desteği ile yürütülen restorasyon çalışmaları Kültür ve Turizm Bakanlığı denetiminde ve etaplar halinde sürdürülüyor.
“Dünya Mirası” kavramı ne anlama geliyor?
Ani Katedrali’nin bir “Dünya Mirası” olarak kabul edilmesi anlama geliyor? Yalnızca Birleşmiş Milletler’in Eğitim ve Kültür Örgütü UNESCO tarafından listeye alındığına, “Dünya Mirası” olarak tescil edildiğine, tanındığına değil.
Aynı zamanda dünyanın her tarafından, farklı inanışlardan toplulukların, bilim insanlarının sahiplendikleri bir uygarlık eseri olarak kabul gördüğüne.
Bu zannedersem önemli bir kıstas. UNESCO’nun büyük savaşlar sonrası hangi nedenlerle kurulduğu hatırlanırsa, kuruluş amacının kültürel alanda yapılan ayrımcılıkların bu felaketlere neden olduklarının farkındalığı denebilir: “Dünya Mirası” kavramı, aynı zamanda farklılıklarla bir arada yaşamayı, küresel barışı inşa etmek için gerçekleştirilen işbirliklerine işaret ediyor.
Peki bilim çevrelerinin, toplulukların, resmi kurumların, neredeyse herkesin “Ani Katedrali” olarak tanıdıkları bir anıtyapıyı günümüzde -resmi olarak- ibarede açmak ve “Fethiye Camii” olarak adlandırmak ne anlama geliyor?
Hiç şüphe yok ki onun geçmişini inkar etmeye çalışmak anlamına geliyor. Bir “hafızayı silme girişimi” olarak görülmekten öte bir anlam taşımıyor.
Herkes istediği şekilde burada ibadet edebilir. Bir ören yerindeki, bir arkeolojik alandaki bir anıt yapının günümüzde -resmi olarak- camiye dönüştürülmesi ise zannedersem üzerinde düşünülmesi gereken bir tuhaflık. Ayrıca bir Roma tapınağı da, bir kilise de, herhangi bir mekan da ihtiyaç duyulduğunda cami olarak kullanılabilir. Devlet gücüyle bir yerin anlamını, adını askıya alma girişimi ise başka bir şey.
Müslümanların onu sahiplenmiş olmaları da onun insanlığın ortak mirası olduğunun ve tarihi değerlerinden biri olarak görüldüğünün bir işareti. Selçuklular’ın bölgedeki hakimiyeti döneminde de Ermenilerin kullanımında olması, şehir halkının yönetimden memnun olması, inançlarını yerine getirebilmeleri bölgedeki tarihten bugünlere gelen birlikte yaşama kültürünün bir göstergesi.
Uygarlık eserlerini ve onları gerçekleştiren insanların emeklerine saygı duyulması, onların hatırlanarak onurlandırılmaları günümüzün kültürel alandaki demokratik deneyimlerin göstergelerinden biri. Onların yok sayılmaya, silinmeye çalışılmaları ise -bunu yapmaya çalışanlar açısından- küçültücü.
Ani Katedrali ne yazık ki bu konuda yalnız değil. Dünyadaki çatışmacı politik yapıların geliştiği yerlerde kültürel alan sürekli ve yıkımlara, tahribatlara kadar uzanan karşı-hafıza girişimlerine sahne olabiliyor.
Bu karşı-hafıza girişimi Osmanlı mirasını da reddediyor. Ne klasik Osmanlı döneminde böyle bir şey yaşandı, ne de Tanzimat sonrası. Bu “reddi-miras” gerçekte hem Osmanlı imparatorluğunun, hem de onun sahiplendiği binlerce yıllık insanı emeklerinin bu topraklarda bıraktığı izlerin silinmeye çalışılması, hem de ayrıca vatandaşlık prensiplerinin!
Bu depressif durum neye işaret ediyor?
Bu girişim aslında yok etmeye çalıştığını işaretsizleştirmeye çalışarak tuhaf bir şekilde kendi kimliklerine musallat ediyor. Şehirde neredeyse hiç Rum kalmadığı halde “Bizans’ın hortlatılması” korkusu gibi.
Bu depressif durum ayrıca ideolojinin nasıl işlediğini ifşa eden bir belirti olarak kabul edilebilir: Sürekli “fetih” ideolojisi içinde yaşamak -güncel anlamıyla- bir metafor değilmiş gibi gözüküyor. Doğrudan devlet imtiyazlarını kullanan sınıflara kariyer, çıkar sağlıyor. Eşitsizlik yaratıyor. Toplulukların geleceğini ipotek altına alıyor. İnsan emeğine saygıyı, işini hakkıyla yapanları dışlamayı hedefliyor.
Bu nedenle fetih tarihte olmuş, yaşanmış, bitmiş değil, sürekli yaşanmakta olan ve günümüzde politikaları koşullandıran bir şey.
Bu korku, sürekli fetihleri hatırlatma çabaları geçmişle ilgili olmaktan çok günümüzde yaşanan travmatik bir duruma işaret ediyor: Kendisini en başta silerek, yaratıcılığını engelleyerek kültürü yüceltmek yerine tam tersi bir sonuca yol açıyor.
Tıpkı geçmişte fetihlerden sonra ganimet paylaşımı gibi.
Bu karşı-hafıza girişimi Osmanlı mirasını da reddediyor. Ne klasik Osmanlı döneminde böyle bir şey yaşandı, ne de Tanzimat sonrası. Bu “reddi-miras” gerçekte hem Osmanlı imparatorluğunun, hem de onun sahiplendiği binlerce yıllık insanı emeklerinin bu topraklarda bıraktığı izlerin silinmeye çalışılması, hem de ayrıca vatandaşlık prensiplerinin!
Kimi yerlerde devlet imtiyazlarını kullanan kesimler bu uluslararası bilim çevrelerinin ilgisinden dolayı mutluluk duyacaklarına kendi çıkarlarını, imtiyazlarını kaybedebileceklerini, yetersiz kalacaklarını hissediyorlar ve “yabancılar”ın gösterdiği ilgiden rahatsız oluyorlar.
Bu nedenle bu karşı-hafıza girişimleri depresyon içindeki sosyal politik oluşumların kendi öz yıkımına dönüşüyor. Bu yüzden ülke halkları iş bilmez insanlar tarafından rehin alınıyor, kapalı ilişkiler içinde geliştirilen ve dünyanın kaynakları harcanan projelerle yaşam çevreleri, tarihi anıtlar mahvediliyor. Toplulukların yaratıcı enerjisi harekete geçirilemiyor. Yerel halklar yoksullaşıyor, ekonomik krizler kalıcı hale geliyor.
Umarım politikanın bu tür popülist girişimlerle toplulukların yaşam değerlerini, geleceklerini nasıl yok ettiği anlaşılır. Bilim çevreleri, STK’lar, yaşam değerlerine sahip çıkanlar UNESCO’nun kuruluşuna yol açan felaketlerden dünyada nasıl dersler çıkarıldığını göstermekte başarılı olurlar.

Yorum Yazın