Son günlerde tanıştığımız kavramlardan biri de akran zorbalığı. Haberlerden öğrendiğimize göre, Türkiye’nin herkesin gitmeyi arzuladığı bir devlet okulunda dokuzuncu ve onbirinci sınıflar arasında kavga çıkmış. Bu arada okula devam eden kızları değerlendiren münasebetsiz bir listenin de yayınlanması söz konusu. Bir başka okulda da öğrenciler bir öğretmeni hırpalamışlar, kolunu dahi kırmışlar ama öğretmen bunu “gençlerin taşkınlığı” olarak değerlendirdiği için şikayetçi olmamış. Öğrencilerin şerrinden korkmuş da olabilir. Herhalde biraz araştıracak olsanız her okulda buna benzer olaylar ortaya çıkacaktır. Eminim ki yöneticiler olayları örtbas ediyorlar, bizler sadece basına yansıyan az sayıda olaydan haberdar oluyoruz.
Karşımızda çok vahim bir olay var. Biz gençlerimize orta öğretim esnasında hukuka uygun davranmayı da öğretmeğe çalışıyoruz. Şayet memnun olmadıkları bir husus varsa, bunu gidermenin yolu kuralların uygulanmasını, işlerin kurallara uygun olarak yapılmasını yetkililerden talep etmektir. Sorun giderilmezse diğer hukuk yollarını kullanmaktır. Aynı süreçte, gençlerimize kişinin hakları, özgürlükleri, kişi özgürlüğünün sınırları türünden ilkeleri de öğretmek istiyoruz. Gördüklerimize bakılacak olursa, pek başarılı olduğumuz söylenemez. Gençlerimiz hiç bir kural tanımadan bildikleri gibi hareket ediyorlar. Bunu yaptıkları zaman da herhangi bir yaptırımla karşılaşacaklarını, cezalandırılacaklarını düşünmüyorlar. Maalesef, çoğu zaman da haklı çıkıyorlar.
Size kendi yaşadığım bir tecrübeyi de aktarayım. Muhtelif okulları yöneten bir vakfın mütevelli heyeti üyesi olarak her okulumuzun iyi yönetilmesi ile ilgileniyoruz. Okullarımızın birinde bir öğrencinin yaptığı eylem okuldan sürekli uzaklaştırılmasını gerektirdi. Okul disiplin komitesi bu yönde karar aldı. Anlaşıldığına göre, kararın ilçenin milli eğitim müdürü tarafından da onaylanması lazım. Meğer okulla ilişkisini kesmesi gereken öğrenci o dönemde iktidarda olan partiye mensup bir milletvekilinin yakını imiş. Sayın vekilimiz ilçe düzeyindeki yetkiliye telefon ederek, akrabasının korunmasını istemiş. Neticeyi tahmin edersiniz. Müdürümüz okuldan uzaklaştırma kararını onaylamadı. Disiplin suçu işleyen öğrenci şişinerek okula döndü. Tabii, ne disiplin kurulunun ne de idarenin itibarı kaldı. Öğrenciler idarenin verdiği cezaları ciddiye almaz oldular. Söyleyin şimdi, ne yapsaydık da, okulda idareyi destekleyip disiplini korusaydık?
Okullarda akran zorbalığı karşısında hemen aklımıza suçluyu cezalandıran kanunlar çıkartmak geliyor. Böyle bir yaklaşımın peşinen yanlış olduğunu söyleyemeyeceğim. Okulda da işlense bazı suçların adli takibi ve ceza kanununa göre ele alınması gerekebilir. Örneğin, bir öğrencinin bir diğerini bıçaklayarak yaralaması, sadece okul idaresinin cezalandırması gereken nitelikte bir suç değildir. Aynı zamanda toplumsal kuralların ihlalini kapsadığı için yargı düzeyinde de ele alınması gerekir. Ancak, başka bir gerçeğe işaret etmek istiyorum. Eğer okullarda akran zorbalığı yaygınlaşmışsa olay kanunsuzluktan değil, çocuklarımızı iyi yetiştirip, iyi terbiye edememekten kaynaklanıyor. Aynı hukuk düzeninin geçerli olduğu eski yıllarda böyle olaylara rastlanmıyordu. Demek ki, birşeyler değişmiş. Biz değişimi yakalayamamış, anlayamamış ve gereken tedbirleri alamamışız. Öyle olunca, değişimle uyum sağlamayı da becerememişiz. Şimdi sadece cezaları arttırarak sorunlarla baş etmeye çalışıyoruz. Bunun sorunu ortadan kaldırmayacağını, suçluların ise cezaları düşünerek yeni yöntemlere başvuracağını beklememiz daha gerçekçi olacaktır.
Orta öğretimde bozulma çok evvelden başladı. Benim kuşağımda veliler okula giderek yöneticilerle görüşüp, çocuklarının cezalandırılmaması için onlar üzerinde baskı kurmayı düşünmezlerdi bile. Çocuklarını öğretmene teslim etmeğe hazırdılar. Eğer çocukları bir ceza almışsa, muhtemelen hak ettiği için almıştı diye düşünürlerdi. Okul müdürünün ve öğretmenin toplum katında güçlü bir saygınlığı vardı. Bunun sonucu olarak da onlara güven duyulurdu. Yaptıkları pek sorgulanmazdı. Sanıyorum iki olay zaman içinde bu ilişkinin bozulmasıyla sonuçlandı.
İlk olay İkinci Dünya Savaşı sonrası başladı ve önce yavaş yavaş, sonra da giderek hızlanarak ilerledi. Sizlerin de bildiği gibi, savaş döneminde fiyatların hızla yükselmesi nedeniyle tüm memurlar, bu arada da öğretmenler fakirleştiler. Ancak, bu fakirleşme savaştan sonra da devam etti. Özellikle iktidarın seçimle değişmesi, öğretmenler dahil kalem erbabının da genelde muhalefette olan Cumhuriyet Halk Partisi ile özdeşleştirilmesi, memurların maddi refahının azalmasını telafi edecek adımlara önem verilmemesi ile sonuçlandı. Eski memurların çocukları toplumda yeni gelişen iş hayatına intikal ederken, memuriyete ve öğretmenliğe genelde ilk defa okuma fırsatı elde eden grupların temsilcileri yönelmeğe başladılar. Bunların ne donanımları ne de toplumsal itibarı eski kuşaklar kadar güçlüydü. Özetle eğitim sektörü eski muteber konumunu yitirmeğe başladı. Seneler ilerledikçe, gelir yetmezliği daha da belirgin bir hal aldı. Bunun sonucunda öğretmenlerin fazla beceri gerektirmeyen ikinci bir işte çalışmaları, hatta bazılarının kendi öğrencilerine bile okul saatleri dışında ücretli ders vermeleri, toplumsal itibarlarını daha da aşağıya çekti. Öğretmenler ve okul yöneticileri, geçmişte sahip oldukları erişilmesi güç ve yüksek mevkilerini kaybetmeye başladılar.
İkinci olay birincisinden tamamen bağımsız olmasa da, ayrı ele alınmayı gerektiriyor. İktidarların göreve seçimle gelmeleri, seçilenlerin de devlet hizmetinde olanları tayin etme, terfi ettirme, hatta görevden alma gibi yetkilerle donatılmış olmaları, toplumun eğitim bürokrasisine müdahale etmesinin yolunu açtı. Yukarda verdiğim şahsi tecrübemle ilgili örnek bunun basit bir tezahüründen ibaret. Hemen belirteyim, seçimle göreve gelenlerin bürokrasiyi denetlemek gibi bir görevleri vardır. Ama bu seçilenlere kişisel çıkarlarını gütmek üzere bürokrasiye müdahale etme yetkisini vermez. Ama bizim seçimle göreve gelen siyasilerimiz, partisine bakılmaksızın, bürokrasi katında etkili olmayı, kişisel nitelikteki işlerini yaptırmak imkanı diye düşünürler, bunu da bir hak olarak görürler. Taleplerine hukuk veya kanun gerekçesiyle karşı çıkanları da görevde tutmayı pek sevmezler.
Buraya kadar yazdıklarımdan uzun vadeli bir aşınma sürecinin işlemekte olduğunu görmüş olmalısınız. Ancak bu gidiş son yıllarda iyice hızlandı. İktidarımız daha “dindar ve kindar” bir kuşak yetiştirmek için orta öğretimle çok uğraşmaya başladı. Anketlere göre, bu gayretinde pek başarılı olamamakla birlikte, eğitim kadrolarını liyakatı mahdut ama itaatı tam kadrolara teslim etmekte başarı sağladığı anlaşılıyor. Yine gazete haberlerine bakacak olursanız, öğretmenliğe yakışmayan muhtelif icraat içinde bulunan zevat şayet hükümete yakın ise veya tarikat erbabı ise cezalandırılmıyor, hatta taltif edildiği bile oluyor. Zaten liyakatsız ve suç işlemiş kişileri korumayan yöneticiler ise tasfiye ediliyor. Bu durum karşısında öğrencilerin de okul yönetimine ve öğretmenlere duyduğu saygı ve sevginin zayıflamasına, disiplinsiz davranışlarına şaşmamak gerek.
Sözünü ettiğim uzun vadeli aşınmanın bir de demografik hareketlerle ilgili bir boyutu var. Türkiye nüfusunun büyük bölümü köy tanımına uyan yerlerde doğmuş olmakla birlikte, şimdi kent tanımına uyan yerlerde hizmet veriyor. Bu kişilerin çoğu kentsel yaşam biçimini, değerleri ve davranış kalıplarını yeterince içselleştirmiş değil. Mesela bir yakınının çocuğunu kırsal alanda kollamak belki iyi komşuluğun veya akrabalığın bir gereği. Kentteki kural ise kararları liyakate göre vermeyi, komşuluk, akrabalık gibi değişkenlere ağırlık tanımamayı gerektiriyor. Bu söylediklerimizi okul ortamına aktaracak olursak, mesela suçlu öğrenciye veya öğretmene kim olduğuna bakılmasızın ceza verilmesi gerekir diyebiliriz. Böyle yapılmayınca, ortam belirsizliğe doğru sürükleniyor. Kimse hangi değerlere göre hareket edeceğini kestiremiyor, ortalık karışıyor. Bakıyorsunuz, veliler okulu basmış, öğretmeni dövmüş. Bakıyorsunuz, öğretmenler öğrenci önünde yumruk yumruğa kavga etmişler. Bakıyorsunuz, öğrenciler akran zorbalığına başvurmuş, onu bunu dövüyor, bıçaklıyorlar. Ortada davranışları yönlendiren değerler yok. Herkes içinden geldiği gibi hareket ediyor. Suç olduğu düşünülen birşeyler yaparlarsa da, “idare edilmeyi” bekliyorlar. Çoğu zaman da yanılmıyorlar.
Bu durumdan nasıl kurtulacağız? Sadece kanun çıkartmakla olmaz. Sık sık milli eğitim siyasetinin değiştirilmesi de iyi değil. Tamamen liyakate dayalı bir orta öğretim sistemini yeniden inşa etmemiz, onu siyasilerin müdahalesine kapamamız gerekiyor. Bugünkü iktidar bunu yapabilir mi? Sanmıyorum. Her ne kadar dindar ve kindar nesil yetiştirmekte başarılı olamadılarsa da, hala bunun mümkün olacağını ümit ediyorlar. Herhalde iktidarın değişmesini beklememiz gerekecek. Akran zorbalığı genel çürümenin sadece bir tezahürü, eğer sona ermesini istiyorsak çok daha geniş düşünmemiz, genel çürümeyi durdurmamız ve yaptıklarımızı ona göre şekillendirmemiz lazım.
























Yorum Yazın