Felsefede yabancılaşma “özden, aslolandan, sosyal ve doğal varoluş kurallarından ”uzaklaşma anlamına gelmektedir. Varoluşun özü nedir(essence)? Böyle bir olgu ve oluşum mevcut mu? Eğer mevcutsa felsefi ve bilimsel niteliği nasıl açıklanabilir?
Bir önceki “Bir zamanlar Varoluşçuluk Rüzgarları Eserdi” başlıklı yazımızda belirtiğimiz gibi varoluşçulara göre hiç bir şeyin özü yoktur. Hukukun, ahlakın, doğanın dayandığı bir özden, temel dayanaktan söz edilemez, her şey somut varoluştan ibarettir. Davranış ve tutumlarımız “evrensel bir ahlak normuna, etik değer idesine” göre değil içinde bulunduğumuz varoluşsal durumlara göre biçim alırlar. Romanları ve 10 ciltlik Stuations (Durumlar) adlı yapıtında Sartre örneklerle “varoluşsal davranışların” analizini yapar. Ona göre davranışlarımızın evrensel, genel ,özsel etik değere dayalı bir mantığı yoktur. Sosyal ve tarihsel verilerin getirdiği etik “duruma” bağlı sorumluluk anlayışı içinde farklı seçimlere yöneliriz.Ben kendimden ve çağımdan sorumluyum… Özgürlüğe mahkumum… Özgürüz çünkü sorumluyuz… Böyle bir varoluşun bilincine ulaşamayan insan bunalımlar geçiri, karamsarlığa kapılır… Yabancılaşma yerine bunalım, bulantı( Sartre’ın Selahattin Hilav tarafından çevrilen Bulantı romanı) sözcüğü tercih edilmiştir.
Yabancılaşma kavramına ilk kez İdealist Felsefenin kurucusu kabul edilen Platon’un(M.Ö.427-347) “İdealar Evreni-Duyumlar Evreni” olarak belirlediği ikili ayırımda rastlamaktayız. İçinde bulunup 5 duyumuzla algıladığımız somut-maddi duyumlar evreni (yerleşik, mekni, immanan) “ geçici gölgelerin” görünümleridir. Her şeyin aslı esası, “özü” öteki tarafta, soyut idealar evrenindedir. Gördüğümüz nesneler özle ilgili anımsatıcı gölgelerden ibarettir. Bizim özümüz, “asıl ben” bu evreni aşan (transandan, müteal,) , “öteki tarafta bulunan” idealar evreninden buralara gelmiştir. Özünden uzaklaşan insan asıl varoluşunun dışına bırakılmış “yabancı” bir dünyada adeta bir mağara atılmıştır. Mağaranın dışından gelen ışığın etkisiyle duvara yansıyan çarpık çurpuk gölgeleri görüp hakikatin, varoluşun özünün bu somutluktan ibaret olduğunu zannederek aslımıza yabancılaşırız. İdealar evrenine dönüş özgürleşmektir. Mağaranın dışındaki evrenin ışığıyla duvarlara yansıyan gölgelere bakıp hakikati, özü, aslolanı anımsama sürecini yakaladığımız taktirde özgürleşme kervanına girebiliriz. Örneğin maddi, somut, yerleşik bu dünyada çarpık çurpuk bir hukuk ve ahlak düzeni mevcuttur. Bireyin yapacağı iş “idealar evrenindeki” etik değeri anımsamak ve “bu dünyadaki” çarpıklığı düzeltmek için çaba sarfetmek ve “adalet ve ahlakın özüne” uygun düzeni yaratmaktır. Bu uğurda gayret gösterenler yetkinleşir, yabancılaşmadan kurtulur, ait olduğu “öteki dünyaya” döner ve sonsuz mutluluklar içinde özgürleşir. İnanç felsefelerinde de Tanrıya kavuşmak yabancılaşmadan, maddenin esaretinden kurtularak özgürleşmektir.
Yüzyıllar sonra benzer bir yaklaşımı Alman filozof Hegel’de (1770-1831) görmekteyiz. Evreninin nasıl meydana geldiği hususunda açıklamalarla(kozmogoni, evrendoğum) sistemini kuran ünlü düşünür tüm varoluşu “İde”ye ,yani tıpkı Platon idealizimde olduğu gibi bir soyutluğa dayandırır. Ondan farkı sürece diyalektik yöntemi getirerek rasyonalize etmeye çalışmasıdır. Evrenin ana yapılanmasında tez-antitez- sentez şeklinde ortaya çıkan çelişkilere dayalı diyalektik varoluşsal süreç yaratılışın ana kurallarının başında gelir. Diyalektik yöntem bağlamında evrendoğum olayını ele alırsak önce soyut mahiyetteki tez “İde”(Tanrı, Logos) vardı; bu soyut tez kendi mahiyetinin zıttı olan somut yapıdaki antitezi, evreni yarattı. Soyutluk-somutluk, tez- antitez bir senteze ulaştı ki buna Hegel “ Geist" (Gayst ) adını veriyor. Geist somutlukla soyutluğun bütünleştiği akıl, zihin, ruh birlikteliğini içeren bir sözcük olması nedeniyle kanımızca Hristiyanlıktaki teslisi, üçlemeyi anımsatmaktadır. Gene karmaşık bir diyalektik süreçle Hegel Geist’i “objektif geist”-“ sübjektif geist” olarak ikiye ayırır. Sübjektif geist akıl, vicdan, bilinç olarak insanda ; objektif geist ahlaksal idrak biçiminde ailede ; adalet ve hukuk olarak da devlette ortaya çıkar. Tüm idealist felsefede olduğu gibi yabancılaşmadan kurtulmak, hakikati bulmak “öze dönüş serüvenidir”. Varoluşun özü Geist’a dönmek, onunla bütünleşmek yabancılaşmadan kurtularak özgürleşmektir. Hegel’e göre yapılacak iş sübjektif geist’ın, yani bireyin, objektif geist’la, yani devletle sentezleşmesidir. Özgürleşme, yabancılıktan kurtulma bireyin “İde boyutunun” objektif yapılanması devletle bütünleşmesinde gerçekleşebilir. Böyle bir mantık kuşku yok ki otoriter ve totaliter devlet sistemlerini sevindirir. Objektif geist’a bir de uhrevi nitelik eklerseniz “kul, kapıkulu olmanın erdemi” kendiliğinden anlaşılır hale gelmektedir!…
Hegel’in diyalektik metodunu benimseyip “ başı üstüne giden sistemi ayakları üzerine yerleştirdiğini “ söyleyen Karl Marx’ın (1818-1883) eleştireceğimiz yaklaşımları olsa da ( örneğin evrenin oluşumunu önce ide ya da maddenin olduğu hususu kanımızca bilimsel olarak kanıtlanmadığı için inanç konumundadır) özgürleşme ve yabancılaşma kavramları somut bir zemine oturmuştur.
Hegel’in varoluşu İde’ye, Geist’e dayandırmasını eleştiren Marx “önce İde değil, madde vardı; ide denilen soyutluklar maddenin yarattığı kavramlardır” yaklaşımıyla diyalektik materyalizm ekolünün kurucusu olarak kabul edilmektedir.
Evrensel determinizm (belirlenimler) içinde zaman, mekan, nicelik, nitelik, nedensellik ve diyalektik gibi somut varoluş kurallarının mevcudiyeti tartışılamaz. Ama bunların hepsi somut ve maddi mahiyettedir. Varoluş tamamen maddi mahiyette olduğuna göre yabancılaşma ve özgürleşmeyi bu somutluk içerisinde açıklayabiliriz.
Bireyin özgürleşme serüveni doğayla mücadeleyle başlar. Doğa yıkıcı, haşin rüzgarları; kahredici fırtınaları, acımasız felaketleriyle önümüze çıkmaktadır. Korkarız, sineriz, doğanın içinde olduğumuzun farkına varmayıp yabancılaşırız. Determinizm olarak adlandırılan doğa kurallarının yapısını öğrendikten sonra icadımız olan bilim ve teknolojiyle, emeğimizle üretim aşamasına geldiğimizde ipler bizim elimize geçe Artık onu ehlileştirip kendimizi koruyacak, doğanın üzerinde hegemonya kurup efendisi olacağız. Böylelikle yabancılaşmadan kurtulup özgürleşiriz.
Doğanın efendisi konumuna gelip bilim, teknik ve teknolojiye bağlı alet, mal üretiyoruz da, işin içinde hiç bir emeği olmayan birileri tarafından her şey elimizden alınmakta bize küçük bir ücret verilmektedir. Marx bu operasyonunu ekonomik yabancılaşma olarak adlandırır. İşçinin emeğinin ürünü yok pahasına elinden alınarak yabancılaştırılmıştır. Emeği sömürerek birçok işçiden aldığı malları piyasada pazarlayan kişi haksız kazancıyla büyük kapital birikimi sağlar. Sağlan birikimin adı “artı değerdir”. Böyle bir sömürüye maruz kalan işçinin, emekçinin özgürlüğünden söz edemeyiz.
İşçi sınıfı eğer ekonomik yabancılaşmanın getirdiği kapitalist sömürünün mahiyetini anlamayıp olağan ve normal bulmuşsa psikolojik yabancılaşma içindedir. Mekanizmanın başka türlü işleyemeyeceği, kendilerinin pazarlayıcı değil sadece üretici olduğunun içselleştirilmesi özgürlük ruh ve bilincinden uzaklaşmaktır.
Emeği sömüren kapitalist sınıfı sosyal planda ön plandadır. Ekonomik güçlenme onlara büyük olanaklar sağlamış han, hamam, köşk, yalı sahibi olmuş, çocuklarını iyi olanaklara kavuşturmuşlardır. Sosyal statüde kapitalist aileler her yerde boy göstermekte, şaşalı düğünler toplantılar düzenlemektedir. Oysa işçi gariban… Hayatı bir lokma bir hırka…Çocuklar per perişan… Marx bu durumu sosyalyabancılaşma olarak adlandırır.
Arkasından siyasal yabancılaşma gelir. Güçlenen kapitalist sınıf, burjuvazi devleti ele geçirerek düzeni kendi hegemonyası altına almıştır. Burjuva devrimlerinin sosyo-ekonomik zemini aristokrasiyi yıkmış ve işçi sınıfına boyunduruğu vurmuştur. Özgürlük ve demokrasi sadece burjuva sınıfı için gündemdedir. İşçi gene yabancıdır , gene özgürleşmemiştir.
Marx’a göre işçi praxis (eylem) içine girmelidir.
Felsefede yabancılaşma ve özgürleşme başat sorunsallardan biridir. Görüldüğü gibi idealist felsefe insanın doğasının gereğini özgürlüğü başka alemlerde aramaktadır. Marksist düşünce konuyu “ ayakları üzerine yerleştirmiş” gibi görünse de çağımızda yabancılaşmadan kurtulma ve özgürleşme artık bu kadar basite indirgenemez. Yapay zeka bir yandan, uluslararası sermayeni gücü öte yandan klasik analizlerin geçerliliğini sarsmaktadır. Sarsmaktan öte adına komünist deyip kapitalist yöntemlerle dünyanın en güçlü devletlerinden biri haline gelen Çin’in güç, stratejisi ve teknolojik gelişmesine hayran kalarak bu tür devletlere övgü yaratan “aydınların” çoğalması bir hayli düşündürücüdür.
Işık ve aydınlık felsefeden gelir. Felsefeyle, sosyal bilimlerin verilerini dikkate almakla özgürleşip yabancılaşmadan kurtulabiliriz. Umutsuzluğa kapılmayalım insanın özünün ne olduğu, böyle bir özün olup olmadığı hususu ve varoluşun mahiyeti üzerinde düşünelim, tartışalım. Ama birbirimizi kırmadan, suçlamadan ,sevgi ve saygıyla….


























Yorum Yazın